Bir Dini Kaynak Olarak Siyasi Otorite ve Mazlum-Der
Ufku kapalı bir kişi dünyaya İslam’ın mesajını daha güçlü yayamayacağı için üretken bir mümin olmakta zorlanır. Üretken bir mümin gündelik ritüelleri ve sembolik paylaşımları aşarak kültürel, sosyal ve siyasal faaliyetlerin bir parçası olmak zorundadır. Ancak kimliğini ifade ederken Müslümanlığını sıklıkla dile getirenlerin veya İslam adına siyaset yaptıklarını iddia edenlerin sadece gündelik hayatlarında değil siyasal ve sosyal pratikte de İslami kaynaklara uygun davranmaları beklenen bir tutarlılıktır. Müslümanlık kişi için kültürel bir kimlik olmaktan başka daha ciddi anlamlar taşıyorsa her söz ve eyleminin din referanslı olması gerektiği konusunda hassasiyet taşımalıdır.
Şahsım adına itiraf etmeliyim ki iyi bir Müslüman olmakta zorlanıyorum. Kaynaklara sadakat göstermek, aslına uygun yaşamak hem aldığım dini eğitimin yetersizliği hem de çağdaş dünyanın kuşatıcılığı nedeniyle pek de kolay olmuyor. Bu sebeple İslam adına birilerine ahkâm kesmeye, akıl vermeye kendimi layık göremiyorum. Hadislerle, Kur’an ayetleriyle kimselerin suratına büyük büyük laflar söylemeye ne haddimin ne de gücümün olduğuna inanıyorum. Fakat yakın zamanda yaşanan birkaç hadise bende bir hususta İslami camia içerisindeki bazı büyüklerimizi uyarma isteğini doğurdu. O mesele şöyle ki dinin bilinen kaynakları dışında siyasi otoritenin onların inançlarına yön veriyor olması.
Müslümanlar üzerinde fikir birliğine varmasalar da genel kabul İslam’ın dört kaynağı olduğu üzeredir: Kur’an, sünnet, icma ve kıyas. Bazı alimler hadisleri, bazı alimler ise sadece kitabı ön planda tutmayı tercih eder. Önemli bir görüş ise Kur’an ve hadisin yorumlarının aktarıldığını söyleyerek aslında icmanın yani bir yönüyle müçtehitlerin genel ittifakının dinin kaynağı olduğu yönündedir. Ancak aklı başında hiç kimse çıkıp “siyasi otorite dindarın kararlarına yön verir” demez. Elbette siyasi gelişmelerimizin kararlarımızda bir etkisi vardır. Ancak kaba bir şekilde “ siyasi otoritenin dini cemaat ve önderlerin söylemlerini belirlemesi İslamidir” şeklinde söz sarf edebilecek kimse yoktur. Ama geçtiğimiz aylarda yaşanan iki örnek Türkiye’de İslami camianın kendi ilke ve önceki eylemlerini çiğnercesine nasıl yön değiştirdiğini gösterir. Bu iki örneği açıkladıktan sonra bir beklentimi de dile getireceğim.
Birinci örnek 15 ay öncesinden. 9 Ağustos 2012 tarihinde Mazlum-Der İstanbul şubesi Ramazan ayı münasebetiyle Uludere katliamını gündemde tutmak için iftar sonrasında Fatih’te bir yürüyüş düzenlemişti. Bu yürüyüşte “Ümmetin yolu Kürdistan’dan Geçer” dövizine tepki duyan bir grup serseri ateşli ve kesici silahlarla kalabalığın üzerine yürümüştü. Haklı olarak Mazlum-Der ve saldırıya uğrayanlar, bu saldırının üstüne gideceklerini ve dava edeceklerini beyan edip harekete geçtiler. Mazlum-Der Fatih gibi İslami yapıların merkezi olarak bilinen bir semtinde polis gözetiminde saldırıya uğramasına rağmen dönemin ağırlığı gereği saldırana değil de mağdura nasihatler verildi. Pek çok dini grubun mensupları ve büyükleri “Kürdistan” kelimesini Kürtçülüğün bir uzantısı olduğunu hiç çekinmeden ifade ettiler ve Mazlum-Der’e olmayacak şeyler söylediler. Aradan 15 ay geçti. Hükümetin çözüm süreci politikası sonucunda Kürdistan Federal Yönetimi lideri Mesud Barzani ve ŞivanPerwer Diyarbakır’da bir toplu açılış törenine geldi. Burada Başbakan Erdoğan bir ilk yaptı ve Kürdistan’a Kürdistan dedi. Nihayetinde hiçbir İslami camia Başbakan’ı Kürtçülükle uyarmadığı gibi hiçbir serseri grubu Fatih’te ayağa kalkmadı. O zaman Mazlum-Der’i“Ahmet Kaya” gibi yalnız bırakanlar çıkıp Başbakan’a tek kelime etmedi, edemedi.
İkinci örnek ise geçtiğimiz aylardan. Geçtiğimiz Mayıs ayı sonundan Ağustos’a kadar Gezi eylemleri gündemimizi meşgul etmişti. Eylemler Gezi parkı üzerinde kitleselleşerek hükümet karşıtı gösterilere dönüştü. Bunun üzerine hükümetin de tavrı sert olmuş ve eylemler sürecinde karşılıklı bazı hatalar yapılmıştı. Eylemcilerde beliren hükümeti devirme sevdası başlangıçta verilen mesajın yönünü değiştirmişti. Bazı gruplar İslami sembollere ve başörtülü kadınlara karşı tahammülsüz hareketlerde bulundu. Hükümet ise polise geniş yetkiler vermiş, polisin orantısız güç kullanımına sessiz kalmıştı. Bu süreçte devlet yetkililerinden farklı sesler çıksa da ana eksen hükümete karşı bir darbe girişimi olduğu yönünde fikir beyan ediyordu. İşte bu dönemde Mazlum-Der bir insan hakları kuruluşu olarak polisin müdahalesini ve bu müdahale sonucunda oluşan can kayıplarını, yaralanmaları ve tüm insan hakkı ihlallerini eleştirmeyi sürdürdü. Yayınladıkları bir bildiride hem Müslümanın kent tasavvuru hem de hak ihlallerini dile getirdiği için darbecilikle itham edilen Mazlum-Der’e karşı bilinçli bir linç politikası izlendi. Mazlum-Der Gezi’de ortaya çıkan kentleşme eleştirilerini anlamaya ve insan hak ihlallerini dillendirmeye gayret gösterdi. Fakat Mazlum-Der yöneticileri kimi dini gruplarca açıkça hedef alındı ve teşhir edilmeye çalışıldı. Ne var ki Eylül ayının sonunda Abdullah Gül “Gezi ile gurur duyarım” ve “oradaki talepler hakkında sosyolojik çalışma yapılmalıdır” dedi. Ekim ayının başında ise Ali Babacan “Gezi’yi anlamaya çalışmak lazım” dedi. Bu gelişmeler üzerinde aynı dini çevrelerin hiçbiri sosyal medyada Abdullah Gül ve Babacan’ı darbecilikle itham eden mesajlar ve onları teşhir eden resimler paylaşmadı. Adeta hepsi dut yemiş bülbüle döndü.
Bu iki örnek dindarların otorite ilişkisini açıklamak için yeterli gelmeyebilir. Bir de Bezm-i Alem Camisi’ni hatırlatalım. O malum gece camiye kaçan kalabalık bir ibadethanede olma hassasiyetini gösteremese de muhafazakâr siyasetin bir enstrümanına dönüşen cami veryansınının bir benzeri Başbakan “yol için gerekirse cami de yıkarız” dediğinde tekrarlanmadı. Dindar kardeşlerimize bundan sadece bir – iki ay önce Gülen Cemaati hakkında fikirlerini sorsaydık, bizlere “Hizmet hareketinin ne büyük işler yaptığından” söz edeceklerdi. Ama bugün “şimdi kalleşlik zamanı” şakaları rahatlıkla dillendirilebiliyor.
İlk iki örnekte verdiğim gündemler geldi geçti. Unutulmuş gibi görünse de tartışmalar boyunca söylenen ağır söz ve ifadeler halen hafızalarda yerini koruyor. Siyasi otoritenin şemsiyesi altında iş yürütmeyi alışkanlık haline getirenler, dini kaynakları açısından acaba hiç endişe duydular mı; bunu öğrenmek mümkün değil. Çünkü kimse bu konularda pişmanlık duyup duymadığını kamuya açık biçimde dile getirmedi.Bize kalansa her miting konuşmasına alkış tutmak yerine İslami hassasiyetlerine uygun söz söylemeyi erdem bilmiş Mazlum-Der’in tecrübesi oldu. Bu tecrübe belki ilerleyen yıllarda Roboski hakkında da hatırlanacak inşallah. Tıpkı Mazlum-Der’i Suriye iç savaşında ateşkesi savunduğu için Esedçilikle itham edenlerin Davutoğlu bu yönde görüşmeler yapmaya başladığında suskunlaşması gibi hatırlanacak. 100 haftadır Roboski’yi, Yakup Köse’yi, Salih Mirzabeyoğlu’nu otorite dillendirmediği için görmeyenler, görmezden gelenler belki birkaç yıl sonra “Neredeydiniz Ulan?” sorusuyla karşılaşacak. Sahi neredesiniz ey cemaat-i müslimin?
İki örnek vererek, müslümanların kaynak olarak siyasi otoriteyi görmesini eleştirmişsiniz. Ancak Mazlumder de kendisine kaynak olarak gördüğü şeyleri sorgulamalı zira onlar da dini kaynaklardan değil ‘evrensel’ humanist değerlerden besleniyor. Mazlumder bugün herhangi bir haksızlığa karşı çıkarken bunun bir insan hakkı ihlali olmasını referans gösteriyor. Bunu göz ardı ederek böyle bir eleşti yapılması tutarsızlıktır. Bu arada Mazlumder’in ateşkes açıklamalarına çok sert karşı çıkan insanlardan biriyim. Keza Davutoğlu’nun açıklamalarını da doğru ve gerçekçi bulmuyorum. Suriye muhalefetinin yanındayım. Demem o ki yazınız fazlaca genellemelerden oluşmuş. Evet sizin dediğiniz gibi bir kitle mevcut ancak burada önemli olan herkesin kendisini eleştirebilmesi. Bu olmaksızın hiçbir şey değişmeyecek. Mazlumder de son yıllardaki duruşunu tekrar gözden geçirmeli. Akp ve çevresini eleştiriyorsunuz ancak Mazlumder’in kendisi de yukarıda saydığınız dört ‘otorite’yi kaynak olarak benimsemiyor. İğneyi biraz da kendimize batırmamız lazım galiba.
Ben Mazlumder’in dini hassasiyetleri bulunan bir dernek olduğunu düşünüyordum, ta ki 26 Ekim- 16 Kasım arasında gerçekleşen İNSAN HAKLARI OKULU’na katılana kadar..
Burada tanık olduğum şeylerle benim kafamda oluşan görüntüde; Mazlumder’in referansının kesinlikle din veya dini hassasiyetler olmadığını düşünüyorum.
Mazlumder ortamında hakim durum; orada fazlasıyla ırk vurgusunun yapılıyor olması ve geçmiş dönemde yapılan hak ihlalleri neticesinde doğu ve güneydoğu bölgelerinde bir kürt devletinin kurulmasının gerekliliğinin savunulması şeklindedir. Bu bana çok masum gelmiyor. Bu durum en çok İsrail’in ve Ortadoğu’da -yani temelde halklarının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde- istikrarsızlık yaşanmasını isteyen güç odaklarının işine gelir. “Böl ve yönet” farklı bölgelerde on yıllardır uygulanan bir proje.. Bu dernekte çalışan ve katılımda bulunan kardeşlerime bu konuda dikkatli olmalarını olaylara geniş açıdan bakarak konumlarını belirlemelerini tavsiye ediyorum..
Ayrıca eğer bu dernek dini referans alıyorsa, ırk vurgusu ile öne çıkmaları asla mümkün olamaz.. Allah müminleri iman etmeleri neticesinde birbirlerine kardeşler kılmış ve üstünlüğün ancak takvada olacağını söylemiştir. Yani ırk vurgusu yapmak ve bunu öne çıkartmak, İslam kardeşliğini zedeleyen bir durumdur.
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık, ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurat 13)
Ayrıca “Ümmetin yolu Kürdistan’dan Geçer” sloganı kesinlikle kabul edilemez. Ümmet nasıl olur da, milliyet çatısında oluşturulmuş bir yapıda birleşebilir.. Bu çok yanlış ve kısır bir yaklaşım tarzıdır.. Rasulullah’ın veda hutbesinde “Size iki şey bıraktım bunlara tutunduğunuz müddetçe sapmazsınız; Allah’ın kitabı ve benim Sünnetim..” dediği gibi. Ümmetin yolu ancak Kuran ve Sünnetten geçer.. Bunlarsız hakiki bir İslam ümmeti ortaya çıkmaz..
Benim Mazlumder’in Gezi eylemlerinde ve diğer olaylardaki duruşundan anladığım.. birleştirici hareketlere; farklı nedenler öne sürerek eleştirilerde bulunuyorlar ve atılan olumlu adımlar ne kadar önemli ve faydalı olursa olsun bunun yetmeyeceğini, takdiri hak etmediğini ve bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığını düşünüyorlar.. Bu onların kafalarındaki hedefler konusunda şartlanmışlıklarından kaynaklanıyor..
Her hak sahibine hakkını vermek gerekir.. Yapılan olumlu çalışmaları takdir etmek kişilerde ve kurumlarda adalet duygusunun pekişmesine yardımcı olur.. tersi ise hak terazisinin sapmasına neden olur.
Eğer gezi eylemlerinde bir kaos ortamı oluştuysa ve bu ortamda olaylara katılmayan halkın hakları ciddi anlamda ihlal edildiyse ve seçilmiş bir hükümetin düşürülmesi yani darbe planlandıysa (ki ortaya çıkan bilgilerden böyle olduğu anlaşılıyor) bu konuda sivil toplum örgütleri özellikle de insan haklarını konu alan sivil toplum örgütleri, olayları yatıştırıcı ve hak ihlali yapan ve halkın seçimini hiçe sayan eylemlerin karşısında yer almalıydı..
Bu benim görüşüm tabi.. Herkes kendisine göre doğru olanı yapar..
Suriye konusunda ise.. Suriye’de yaklaşık 3 yıla yakındır Esed güçleri tarafından, halk üzerinde büyük bir katliam gerçekleşiyor. Bu konuda Esed yönetiminin zalim olduğu konusunda hiçbir şek söz konusu değilken, bu konuda hakkı ortaya koymamak ve yan çizmek; zalimin yanında olmak anlamına gelir. Savaşın devam etmesi ölen insan sayısının artışını sağlayan doğal bir süreç, ama sürecin başına baktığımızda masaya oturma ve anlaşma tekliflerine Esed’in verdiği cevap her ne kadar sözde olumlu olsa da, icraatta olumsuz oldu.. ve bu süreçte binlerce insanın kanı, ırzı ve haysiyeti ayaklar altına alındı ve talan edildi.. Allah zalimlerin üzerine azabının en şiddetlisini indirsin.. (Amin..) Şu anda Esed, kendisine güven duyulacak konumda asla değildir. Ateşkes olacaksa bile, şartları öyle belirlenmelidir ki Esed asla tekrardan bir insanının bile en ufak hakkına el uzatmaya cesaret edemesin.. Dünyada böyle bir otorite ve mekanizma nerede!..
Esed’in zulmünü gördüğünüzün yarısından bakıp, El Nusra cephesinin Rojava’da yaptıklarını görebilseniz, vicdanınızın olaylara objektif baktığını düşünürdüm ama maalesef durum öyle değil, artık herkes anlamalıdır ki, Kürdistan coğrafi bir bölgenin adıdır ve bunu söyleyerek insanlar büyük güçlerin oyununa düşmez, aksine ülkesinde yaşayan bir topluluğa saygı göstermiş olur, tıpkı Başbakan’ın son Diyarbakır konuşmasında yaptığı gibi. Keşke bunu daha önce söyleyebilseydi ve biz bu süreç içinde bu kadar insan kaybetmeseydik, her şeye rağmen yine de devlet tarihinde olmadık bir şekilde ama öyle ama böyle bir müzakere süreci yürütmeye çalışıyor. Bu çok kıymetli bir şey, bunu görelim ve artık ezberlerimizi değiştirmeye çalışalım. Nitekim paylaştığınız Hucurat Suresi’nde Rabbim bize ayrı ayrı yarattığı bizlerin tanışmasını ve anlaşmasını istediğini söylüyor. Biz birbirimizi kabul ettiğimiz sürece konuşur ve anlaşırız yani bu ülkede yaşayan bütün topluluklar en azından “anayasal” olarak birbiri ile eşitlenmezse, söylediğiniz sözler boşa düşecektir. Unutmayın ki, dillerimiz ve renklerimiz Allah’ın ayetleridir. Rabbimin yarattığını biz nasıl inkar edebiliriz. Yazarın burada ki gördüğü yerde tam burasıdır, bir doğru varsa ve bu doğru Kuran ve Sünnet’le bize emredilmişse, bunu kabul etmek için sadece emr-bil maruf, nehy anil münker yeterlidir. Hiç bir otoritenin söylemesine ihtiyacımız yoktur.
Selamlarımla
Şu sorumu samimiyetle cevaplandırmanızı isterim: Doğu Türkistan ile ilgili gündemler kulağınıza çalındığında aslında resmi bağımsızlığı olmayan ve Çin’e bağlı bulunan bu coğrafyanın isminin anılmasını bir Amerika oyunu olarak görüp rahatsızlık duyuyor musunuz? Yani ABD’nin Çin karşıtı bir politika olarak Türkistan ismini yaygınlaştırdığını ve bunun İslam’a uymadığını düşünüyor musunuz? Zira benim aklımdan geçmiyor ama sizin de geçmiyorsa siz açık bir Kürt düşmanı olursunuz çünkü Türkistan demenin rahatlığını Kürdistan’da göstermiyorsanız siyasal anganjmanınızda hakim renk Türkçülük ve Kürt düşmanlığıdır.
Böyle bir polemiğin içerisine asla girmem..
Allah’ın yarattığı herhangi bir ırka, düşman olmaktan Allah’a sığınırım.. Bir Türk olarak; hiçbir Türk’ün, Kürd’e veya başka etnik kökenden kimselere ırkından dolayı bir üstünlüğü olduğunu veya tam tersini asla düşünmüyorum..
Üstünlük ölçüsü ancak ve ancak “takva”dır.. (Allah’ın rızası doğrultusunda, bunu hedefleyerek atılan adımlardadır..)
Çin; tarih boyunca ciddi katliamlara imza atan bir ülke olarak, dönemimizde Doğu Türkistan Bölgesi’nde de masum halka yönelik katliamlarına devam etmektedir.
Zulüm nerede ve kimin tarafından gelmiş olursa olsun, karşısında durmak gerektiğini düşünüyorum..
Benim bu bölgeyi tanımlamak için kullanabileceğim başka bir alternatifim yok maalesef.. O nedenle, “Doğu Türkistan” kelimesini kullandım..
Bu bölge ile ilgili olarak yapılması gereken bu masum halk üzerindeki Çin Hukümetinin zulmünü kaldırmaktır.. Burada ABD’nin de istediği ve çıkarlarının doğrultusunda olacak, Türklere ait Türkî bir devletin kurulmasını desteklemiyorum asla.. Aynen, Kürtlerin yoğunlukta olduğu Kürdî bir bölgenin kurulmasını desteklemediğim gibi.. Şunu unutmayalım ki, böyle bir hedef bir taraftan Allah’ın rızasından uzak olacağı gibi, akan kanın da iki taraflı daha da artmasına neden olacaktır..
Bu da en çok ABD gibi ülkelerin işine gelen bir durum olur..
Etnik köken ön plana çıkartılarak yapılacak çalışmalar güdük kalmaya mahkumdur.. Allah’ın kendilerine üstünlük vermediği değerler üzerinden harekete geçmektense, kendisine değer atfettiği “takva” üzerinden gitmek her müslüman için daha mantıklı bir tavır olacaktır.
İslam ile uyumlu olduğu sürece bir metin Batılı olduğu için yargılanamaz veya yok sayılamaz. Mazlum-Der evrensel insan hakları beyannamesi ile bu çerçevede örtüşebilir. Ancak Mazlum-Der’in batılı metinlerle veya AİHM’in, AB’nin tüm kararları ile uzlaşmadığının en güzel iki örneği AİHM’deki başörtüsü kararına tepkisi ve eşcinsellerle ilgili politkasıdır. Kaldı ki insan haklarını savunmak kötü bir şey değildir, Mazlum-Der’e göre İslam’ın da insan hakları vardır. Eğer hümanizmi insanı tarihi özne gören felsefe olarak göreceksek (ki öyle görmeliyiz) İslam hümanist bir dindir, çünkü mümine rol biçer.
Mazlum-Der’in Batılı insan hakları anlayışını İslami insan hakları anlayışının önüne koyduğunu ispat edecek kuvvetli bir deliliniz olmadığı sürece söyledikleriniz iftiradan ibaret kalacaktır.
Suriye’deki ateşkes hadisesi başka bir konu. Ama arzu ederseniz bu konuyu inatçılığın yol açtığı kayıplarla ve mağduriyetlerle birlikte konuşalım…
Seher hanımın ifade ettiklerine verilebilecek uzun cevaplar var. İslam tarihinde yok sayılmayan bir coğrafya T.C. tarihinde yok sayılıyor. Bu anti-siyonizm üzerinden yapılsa da aslolan cumhuriyetin yani kemalizmin mirası devralınıyor. Ama bunlar kendini tekrar eden tartışmalar. Başka bir şeye dikkat çekmek isterim: Seher Hanım tam olarak yazımda anlatmak istediğim şeyi tekrarlıyor. Kürdistan ve Gezi ile ilgili konularda ve hatta Suriye meselesinde Hükümeti değil Mazlum-Der’i eleştiriyor. Halbuki hükümet çevreleri son tahlilde Mazlum-Der’in dediği noktaya geliyor.
Sabahattin bey, Mazlumderi Evrensel hümanizm’ ile suçlayanlar evrenin, insanın ve cümle mükevvenatın Yaratıcısını tanımamış, Rasulullahı ve İslamı anlamamış demektir. İslam’ın tüm insanlık için olduğunu, fıtrat dini olduğunu anlamayanlar ve anlamadıkları halde anlamış gibi söylem ve davranışta bulunanlar büyük günahlar işlemektedir. Bunların Hakka ve halka yararlı olması ve islamın muradı doğrultusunda düşünmesi-davranması mümkün değildir.Çünkü daha islamı anlamamışlar. Kendi kafalarına göre bir islam ihdas eylemişler. Güdüldükleri her hallerinden bellidir. Size Kerbela örneğini vereyim: Hz. Hüseyini İslam adına (!) katlettiler bildiğiniz üzere. Düşünün artık biz müslümanların halini..!!