Ortadoğu’da Emek ve Adalet Mücadelesi Sempozyumu, Birinci Oturum, Soru-Cevap
Soru 1: Benim sorum Cem Somel’e. Şu andaki mevcut ihracata ve büyümeye dayalı bir ekonomik modeli eleştirdiniz ve ithal ikameci bir model önerdiniz. Farklı bir ekonomik bir modelden bahsettiniz, nasıl bir ekonomik model öneriyorsunuz, çok merak ediyorum, 1980 öncesi ithal ikameci bir model mi? Ve hangi sermaye ile?
Cem Somel: Arkadaşlar beni buraya davet ettiğinde konuşmamı seçerken zihnimi meşgul eden bir konu üzerindeki çerçeveden seçtim, o da adil bir düzen kurmanın pratik sorunları. Türkiye’de çok sayıda insan adaletten bahsediyor, sosyal demokrasiden bahsediyor. Türkiye de Sosyalist partilerin sayısı hiç de az değil, fakat bu partilere baktığımızda bu partilerin iktidar gibi bir sorunları yok. Onun için kendilerini ezeli bir muhalefete mahkum ediyorlar, bu yüzden kendilerine toplumsal muhalefet diyorlar, sokak muhalefeti. Sürekli olarak egemen sınıfın politikalarını markaja dayanan bir faaliyet içindeler, aslında emekçilerin mazlumların iktidara ihtiyacı var. İktidarda olmayınca bir taşı bir yerden kaldırıp bir yere koyamıyorsunuz. Peki bu zulüm dünyasında mazlumların iktidarı olunca ne gibi politikalar uygulanacak, nasıl programlar olacak, eğer bunları konuşmazsak oturur sadece adalet aşağı, adalet yukarı diye konuşur dururuz. Soru soran arkadaşımız gene nazik davrandı, Türkiye’deki ithal ikameci dönemi anlatır gibisin dedi. Aslında daha sert mesajlar da verebilirdi, kendi içimize kapanmamızı mı istiyorsunuz, dünyaya kapanmamızı mı öneriyorsunuz da diyebilirdi. Arkadaşlar oturuyorum, düşünüyorum dünyadaki olaylar açık, nedensellikler sebep sonuç ilişkileri. Asgari ücret görüşme zamanlarında asgari ücret az dediğinizde “Çin’deki ücretler” diyorlar. Türkiye’deki sermayedarlar ücretler yüzünden yurt dışında üretim yaptırıyorlar. O kadar açık ki; ihracata dayalı büyüme projesi, merkez ülkelerin azgelişmiş ülkelerin ucuz işgücüyle üretebildikleri ucuz tüketim mallarını ürettirmek için üreticileri kızıştırma projesidir. Peki bunun alternatifi nedir, arıyorum. Hasbelkader iktisat okudum, dünyada bunun karşılığında ne var, ne yok ne uygulanabilir diye düşündüğümde karşıma kendi tüketim dinamiği ile büyüme çıkıyor. Hangi sermaye ile? Türkiye’de ülkede tasarrufların GSMH’ya oranı % 15-20 kadardır. Güneydoğu Asya ülkelerinde bu oran % 25-30 hatta Çin’e baktığımızda 35’e kadar çıkmaktadır, biz müsrif bir toplumuz. Ama kim israf ediyor, burjuvazi israf ediyor. Türkiye ürettiğinden çok daha fazlasını tüketime harcıyor. Üretimle tüketim arasındaki farkı ithalatla kapatıyoruz, bu ne demektir? Başka ülkelerin tasarruf ettikleri malları ithal ediyoruz. Bunun maddi karşılığı da biriken bir borç, yabancıların Türkiye ekonomisi üzerinde 500 milyar dolar küsuru bulan hakkı var ve şu anda bunu ödememiz mümkün değil. Onun için yarın herhangi bir parti iktidar olduğunda bu sorunun bir çözümü yok. Onun için ben ilkeler diyorum, sunumda da ilkeler üzerinde durdum.
Kıymetli arkadaşlar, bugünkü cari açığa bakarak, Türkiye’nin başka bir ülkenin tasarruflarına muhtaç olan bir ekonomi olduğu zehabına kapılmayın. Türkiye ekonomisi coğrafyasıyla, nüfusuyla pekala 70 milyonu doyurabilecek bir ekonomik kapasiteye sahip. Cari açığın sebebi yabancı sermayenin girişidir. Biz ticarette açık verdiğimiz için dışarıdan borçlanmıyoruz. İçeri giren sermaye cari açığımıza sebep veriyor, çünkü kur hiç artmıyor. 2002’den beri 1.5 lira dolar. Ama her sene fiyatlar % 8 artıyor. Bu da cari açığa sebep oluyor. Onun için konvertibiliteyi kaldırmak gerekir, doların sokaklarda köşe başlarında alınıp satılması sakıncalıdır. Ülkeler arasında borç alışverişi sadece ticaretle bağlantılı olmalıdır, ticaret bağlantılı olmayan, bankalar arasında kredi verme, mevduat gönderme yasaklanmalıdır açıkçası. İthalatı ihtiyaç temini için; ihracatı da o açığı kapatacak dövizi kazanacak kadar yapmak gerekir. Bu da 3-5 sektörde yapılır, bütün ekonomi ihracat yapılmaya kasılmaz ve emekçilerde bu ihracat yapma yarışı olmayacağı için kötü şartlarda çalışmaya, ücretlerinin düşürülmesine zorlanmaz.
Soru 2: Ben İhsan Eliaçık Hoca’ya bir soru sormak istiyorum. Sizin de dediğiniz gibi tarihsel olarak birbirinden yalıtılmış kopmuş çevrelerin birbirlerini dinlediği, aslında ortak derde, ortak olması gereken davaya odaklandığı, belki de yıllar sonraki mücadeleye katkıda bulunacak fikirlerin konuşulduğu bir ortam var. Yıllar sonrası için işin toplumsal boyutu, düzen kadar, şekillenecek olan toplumsal mücadelenin nasıl ilerleyeceği, nasıl yan yana durabilineceği konusu var. Toplumsal mücadelenin nasıl şekillenmesi gerekir, asıl burada bir tür özüne dönmüş, özünü idrak etmiş bir İslam kardeşliği ile kendini dar bir toplumsal kesime kapatmış solun nasıl toplumsallaşacağı şu anda en önemli sorunlardan birini oluşturuyor. Bütün tefekkür kelimelerinden bütün teolojik sorunlardan bütün felsefi tartışmalardan ziyade, öneme sahip olan şey bence bu nasıl toplumsallaşacak. Birbirinden kopmuş ayrışmış kesimler arasında temaslar başlarsa eğer bundan sonra, bu nasıl bir devrimci hareket haline gelecek ve diğer geçmiş devrimlerin makus talihini nasıl yenecek.
İhsan Eliaçık: Arkadaşlar Emek ve Adalet Platformu Türkiye için yeni ve orijinal bir oluşumdur. Bunun ne demek olduğunu zaman ilerledikçe anlayacağız. Türkiye de ilk defa böyle şeyler oluyor, Türkiye de ilk defa bu tür fikirler yan yana gelme, ittifak, stratejik işbirliği, türü bir işi değil bu farklı bir iş. Buradan farklı şeylerin çıkacağını umut ediyorum. Toplumsal mücadele nasıl oluşacak sorusu işte bu karşılıklı sinerjinin içinden çıkacaktır. Önceden bir modelleme yapmanın veya şöyle bir modellemenin etrafında örgütlenmeliyiz demek için erkendir veya manası yoktur. İnsanlar toplandıkça konuşacaklar ve eğer bu hak bir sözse bu davranış, bu tutum alış gerçeklikte karşılığı olan bir şeyse bunu birileri alıp götürecektir. Eğer bu sözün toplumda bir karşılığı, sokakta bir yankısı yoksa toplumda bir anlam ifade etmez. Kuran ilk geldiğinde Mekke sokaklarında “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı toprağa gömüldüler” sorusunu sordu ve bu sözün etrafında Mekke’nin çaresizleri, garipleri, diptekiler birleşti. Şimdi eğer böyle bir söz söyleniyorsa, şurada dışarıda sokağın beklediği bir söz! Garibin, çaresizin beklediği söz söyleniyorsa bu sözün etrafında insanlar toplanır. O mazlumlar alırlar bambaşka yerlere götürürler. Her aşamada her süreçte biz bunu söylemeliyiz, bazen birileri gelir bir hayal kurar beklenen sözü söyler ve o hayal içerisinde dünya yeniden kurulur. Dolayısıyla biz şu anda örgütlenmenin değil bir sözün bir iradenin peşindeyiz. Bir heyecanın peşindeyiz, bu toplumun her kesimine sessizce de olsa yayılacak. Biraz evvel İlhami Bey söyledi Allah, ekmek, özgürlük dedi. Mısır konsolosluğunun önüne gittik. Klasik İslamcılar ekmek diye bağıramıyor, Allah diyor, Özgürlük diyor, ekmek gelince bip koyuyor. Klasik Marksistler Allah diye bağıramıyor. Özgürlük diyor, Ekmek diyor, Allah demiyor, bipliyor. Bu gözler bunu gördü kardeşim, artık bu dönem bitti. Bakın burada Marksist bir arkadaş var, Hanif Marksizmden bahsediyor. Ezilenlerin kadim tarihi dinler tarihidir, ezilenlerin kadim tarihi Asya’dadır, Ortadoğu’dadır, Mezopotamya’dadır. Çağımız yolunu bulamadı, bütün bunlar Türkiye’de konuşuluyor ve bütün bu konuşulanların içerisinde ezilenler belki ileriki zamanlarda bu davayı gerçekleştirecek. Belki de gerçekleştirecek olanlar anaların karnında doğmayı bekliyorlar, bizim olacağımız ya da olmayacağımız zamanlarda belki onlar bu sözü alacak başka yerlere götürecekler, herkese teşekkür ediyorum.
Soru 3: Benim sorum Altay Bey’e, Mahmut Muhammed Taha’nın hayatını anlatmaktan düşüncelerini anlatamadı, ben düşüncelerini öğrenmek istiyorum.
Altay Ünaltay: Gerçekten de Mahmut Muhammed Taha’nın hayatını anlatmaktan pek fikirlerini anlatmaya vakit bulamadık. Üstat demiş ki insanlığın çağlar boyunca olan çabası sonunda uzaya insan göndermek değildir. Şimdi tabii ki her şey öncelikle eşitlikle başlıyor, bunu defalarca vurgulamış Mahmut Taha, insanlar arasındaki eşitlik, değişik coğrafyalar arasında eşitlik, kadın erkek arasındaki eşitlik. Hayatı boyunca bunun mücadelesini vermiş ısrarla insan haklarını savunmuş, eğer bu kafayla giderseniz burası zor düzelir demiş. Sudan’da Mahmut Muhammed Taha’yı astıktan sonra yıllarca süren bir iç savaşta binlerce insanı kurban etmek zorunda kalmışlar. “İnsanlar arasında başlangıç itibarı ile eşitlik vardır ama takva sahipleri daha üstündür” demiştir. Bu nedir kendilerini daha çok sakınanlar, ahlaklarını daha üstün tutanlar, Allah yolunda daha çok harcayanlar diğerlerinden takva olarak üstündürler demiştir. Bu tabir-i caizse devletin verdiği herhangi bir makamdan dolayı olan bir üstünlük değil, bu daha çok insanlar arasındaki bir derecedir. Dolayısıyla daha iyi ahlak sahibi olanların, bilgi sahibi olanların, kendini sakınanların toplumda daha iyi bir yere geçmeleridir. Burada Mahmut Muhammed Taha insanların mal yığma hırsını korku mekanizması ile açıklar, bu korku mekanizması nedir kısaca açıklayayım. İki tane dışsal korku vardır. Birinci korku can ve zürriyetini kaybetme korkusu, ikincisi de açlık yani rızık korkusu, örneğin kapitalist biriktirme bunun sonucudur. Bu korku sonucunda sonu gelmez bir biriktirmeye gidersiniz. Bu kadar mal biriktirmenin hiçbir anlamı yoktur, herkes ölüp gidecek ne anlamı vardır. Dolayısı ile insanları bu korkudan arındırmak lazım, bunun için ne öneriyor, sosyalizm, yani insanların bütün ihtiyaçlarını temin edebilecekleri bir sistem. Yani ortalama bir şekilde yaşayıp iyi bir eğitim ve iyi bir sağlık hizmeti alacaksın vs. Aslında dünya üzerindeki bütün sistemlerin iddiası bunu sağlamaktır, Muhammed Taha’ya göre bunları sağlamakla iş bitmiyor, aslında daha yeni başlıyor, ilk önce bu dışsal korkuları yendikten sonra, iç korkular başlıyor, kimiz nereden geldik, kainatın anlamı nedir, burada da İslami tasavvufun bildiğimiz konularını getiriyor. İnsanın Tanrı’ya yolculuğu başlıyor. Ve insan-ı kamil olarak kendini gerçekleştirmesine doğru bir yolculuk başlıyor. Bu taraftan bakınca Muhammed Taha ya göre demokrasi de, sosyalizmin de ayakları bir yere oturmaktadır. Şu anda bu kadar anlatayım, süre yetersizliği nedeni ile ancak bu kadar bilgi verebiliyorum.
Soru 4: Ben Metin Kayaoğlu’na bir soru sormak istiyorum. Benim Marksizm üzerinde düşündüğüm bir çelişkiden bahsetmek istiyorum, bugünkü dini algıda insanın kendini değiştirmesi dönüştürmesi, tekamül etmesi, ahlaklı olması, vicdanlı olması konusunda herkes zekat verirse fakir kalmaz denir, Marksizm de genel itibarı ile bunu dışsal bir mücadele, toplumun örgütlü bir mücadelesi olarak görür. Toplumsal devrim süreci ile açıklamaya çalışır. Birinci bakış açısının çok doğru, çok insanı öne alan bir bakış açısı olduğunu, ikincinin ise insanı dışlayan bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. İnsanın düalizmini yani hem bireyci, hem toplumcu anlayışını nasıl değerlendirdiğinizi sormak istiyorum?
Soru 5: Ben Kayaoğlu’na sormak istiyorum Hanif Marksizm diyorsunuz, Haniflik dini bir terim ve Marksizm’le bunu nasıl bir araya koyuyorsunuz, Marksizm sözcüğü Hanifliği karşılamıyor bana göre.
Soru 6: İlk sorum genel olacak, ikinci sorum ise Metin Kayaoğlu’na olacak, Arap Baas partilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İkinci olarak Metin bey Hikmet Kıvılcımlı ve İbrahim Kaypakkaya’dan bahsettiniz ama Türkiye devrim tarihinde Mahirleri, Denizleri nereye koyuyor ve ne düşünüyorsunuz?
Metin Kayaoğlu: Aslında gelen soruları zaman basıncı ile ne kadar yanıtlayabilirim bilmiyorum. Arkadaşlar, ilk soru bir çelişkiden bahseden bir arkadaşımızın bir sorusu idi, anladığımı sanıyorum soruyu. Fakat bizim ifade etmeye çalıştığımız şey şu, tarihte gelişmeler dönüşmeler oluyor, bunun evrimci ve devrimci yolu var. Bizim izlediğimiz şey Hanif Marksizm, ezilenlerin davası, ezilenlerin mücadelesinde evrimci ve reformist değil, devrimci yanıdır. Bu iktidar olmayı öngörür yani biz sürekli olarak muhalefet eden ve muhalefet üreten değil, iktidar olmayı hedefleyen ve bunu tarihte de gerçekleştirmiş bir hareketin devamı olarak kendimizi görmeliyiz diye düşünüyorum. Bu çerçevede öncelikle inşa edeceğimiz bir barış ve uyum kültürü değil, savaşçı bir kültür olmalı diye düşünüyorum. Bunu net olarak İslam’da “cihat” sözcüğünün geçtiği ve bugünkü egemen İslam’ın kadükleştirdiği şeyden izleyebiliriz. İki hususu izlemişsinizdir, şimdi Türkiye de solda ölüm oruçları vardı, en son ölüm orucu 7 yıl sürdü. 122 kişi şehit düştü, solda çok önemli bir kesim bir insanın hayatının hangi dava için bu kadar rahatlıkla harcanabileceğini sorguladılar. Halbuki temel savaşçı kültürün, temel başlangıç ilkesi şöyle der. “Ben, sen, o, yok biz varız”dır. Aynı şey feda eylemlerinde bedenini, benini yok eden İslam devrimcileri için de geçerlidir. Yani birey toplum diyalektiğini farklı tarzda anlamak gerekir diye düşünüyorum.
Hanif sözcüğü ile ilgili soru soran arkadaşımıza gelirsek; şimdi Marksizm’e birçok ek yapıldı, var olduğu günden beri. Biz Marksizm’le de meramımızı çok iyi ifade ettiğimizi düşünmüyoruz, hoş bir şey değil bir insanın bir ölümlünün adıyla bir büyük dava nitelendirilemez. Bunu Marks, Engels zaten kendileri hiç ifade etmediler. Bu bir şekilde o davaya ad vermek zorunluluğundan dolayı verildi. Biz şimdi bu tarihsel dönemde bu topraklarda önerdiğimiz adın meramımızı ifade etmek bakımından anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Şimdi Ebuzer’den başlayıp, Karmatiye, Zenc hareketinin militanlarına, Nizari İsmaililerine, Babailere, Şeyh Bedrettin’e, Börklüce’ye, Patrona Halil’in kendisi ve yoldaşlarına kadar uzatabileceğimiz bir Hanif Marksizm tarihi vardır ve bunların tamamı devrimcidir. Evrimci, ılımlı, reformcu olarak ezilen mücadelesini takip edenler değillerdir. Ayrımımızı biz öyle kuruyoruz. İslam’ın ortaya çıkışından önce de elbette vardı, salt İslamiyet’le açıklanamaz kurmamız gereken tarih. Bence çok önemli bir husus var, bizim açımızdan Marksizm’le ilgili olan önemli şey, bizim Marksist tarihimizi eleştirmekten geçmelidir. Eleştirdiğimiz o tarihi biz kendimiz görmeli ve göstermeliyiz. Şimdi İslam tarihi ile ilgili olarak da İslamiyet’in din ü devleti ve yapılarının reddedilmesi ve kırılması lazımdır. Devlete karşı din, bugün bunun Türkiye’de en önemli ve çarpıcı hali “sivil cumalar” diye Kürdistan’da uygulanmaya çalışılan eylemlerdir. Nettir, çok net.
Zamanımız bitmiş toparlıyorum. Kıvılcımlı, Kaypakkaya, Mahirler, Denizlerle ilgili şunu demek istedim arkadaşlar, Mahirler Denizler kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak görür, ayrımı burada kurmak istedim.
Zaman bittiği için tam olarak cevaplayamıyorum, fakat Emek ve Adalet Platformu’nun ilkelerini dikkatle okuduk, Adil Medya’daki yazıları dikkatle takip etmeye çalışıyoruz. Buralarda ifade edilen yeni bir politika zemini, devrimci ezilenler politikası zemininin çok önemli bir karşılığı olduğuna inanıyoruz. Herkese selam ediyorum, sağ olun.
1 Response
[…] VII. Birinci Oturum Soru-Cevap […]