Allah’ın Payı
“Onların mallarında yoksullar ve muhtaçlar için de bir hak vardır.” Zariyat 19
“… De ki: Doğu da Batı da Allah’ındır; O, dilediğini doğru yola iletir.” Bakara 142
“Kapitalizmden kurtulabileceğimize dair umudumu kaybetmedim.” Eric Hobsbawm
Alman General: “Bu resmi nasıl yaptınız?”
Picasso: “Ben değil siz yaptınız!”
“İnsan insanın kurdudur.(Homo Homini Lupus)” Thomas Hobbes
“Alıcı uyanık olmalıdır, sorumluluk müşteriye aittir.” Caveat Emptor
Maalesef para kazanmanın, mülkiyetin ve güç temerküzünün kutsandığı modern/post-modern bir dünyada yaşamaya mecbur bırakıldık. Dedelerime kızabileceğim yegane şey bu çağı bu hale getiren hallerle etkili şekilde mücadele etmemiş olmalarıdır galiba.
Üniversitede iken aile yapısı nedeniyle dindar damarı hala diri olan ve sosyalizme meyilli bir arkadaşım vardı. O sıralar İslamcı kimliğimin daha ön planda olduğu zamanlardı ve her üniversite kantininde olduğu gibi bazı meselelerde kafasında soru işareti olan arkadaşlarla din, adalet, sosyalizm, iktidar vb. konularda konuşurduk. Bir gün bu arkadaş bana dinin şartlarından olan zekat ve infak hakkında, “Ya Bedri, şimdi ben çalışıyorum ve o kadar emek veriyorum ancak din benden kazandığım paranın herhangi bir şart aranmadan yoksullara verilmesini istiyor. Sence burada bir sorun yok mu? Bu saçma değil mi?” mealinde bir soru sordu. O sıralar yine din diliyle biraz yuvarlak da olsa konuyu anlatmaya çalışan bir şeyler söylemiştim. Umarım o zaman kifayet etmiştir cevabım ancak yeterli bir cevap olduğu konusunda en azından kendi adıma kani olamamıştım.
Malumunuz Batı diye adlandırılan düşünce dünyasının modern anlamda ürettiği iki tane aynı özden beslenen ve bir birinin zıddı gibi görünen eko-politik/ideolojik yaklaşım var; liberalizm ve Marksizm. Marksizm, liberal yaklaşımın eleştirisi olarak ortaya çıkması nedeniyle ciddi anlamda reaktiflik barındırıyor ancak bununla birlikte liberalizmin üstüne çıkma gayreti bağlamında ciddi mesafeler kat etmiş olması ve kendine ait pratik bir zemin inşasına imkan bulabilmiş olması nedeniyle Marksizmin iktisadi ve politik bir karşılığı var. Batı düşüncesinin hegemonik yayılımı nedeniyle, toplum olarak zihinsel kodlarımız ve siyasal aklımız bu çift kutuplu hatlar arasında tercih yapmayı bize dayatmış şu güne kadar. Memleket meselelerine dair kurulan her cümle bu iki şıklı tercihleme dayatması ile kurulmuş. Zaman zaman bir takım meseleler üzerine üçüncü yol denemeleri ortaya konulmaya çalışılmış olsa da genelde kullanılan dilin rengi farklı olmakla birlikte bu iki tercihten bir tanesi seçile gelmiş. Haliyle bu terminolojinin hakim olduğu bir okuma biçiminin oluşturduğu zihin dünyasının zekat meselesini anlamaması doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkacaktır. Sosyal boyutunun derinliği göz ardı edilerek dini literatür içerisine hapsedilecek ve toplumsal söylem arayışlarının dışında bir zemine itilecektir. Arkadaşımın bana böyle bir soru sormuş olması aşağı yukarı böyle bir zihinsel iğfale maruz kalmasıyla doğrudan alakalı.
Arkadaşımın sorusu üzerinden devam edecek olursak; bu sorunun arka planında bireye ve topluma yönelik güvensizlik ve kötücüllüğün ürettiği değerlerin hakimiyetine yönelik bir inanç yatıyor. Leviathan’ı yazan kişinin Londra Fransız orduları tarafından ateş altında iken doğmuş olması ve haliyle insana dair fevkalade kötücül sonuçlara varması beklenmeyecek bir şey değil kesinlikle. Ya da pazarda alıcı uyanık olmalıdır, sorumluluk müşteriye aittir. diyen kadim Roma ticaret anlayışının, batılı zihin dünyasında ve kapitalist sistem içinde hayat alanı bulması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
Temelde bireyin sefaletinin ve düşkünlüğünün kendi kabahati olarak görülmesi nedeniyle zekat ve infak gibi herhangi bir karşılık gözetilmeden yapılan yardımların bu tip bir okuma sistemi içinde anlaşılmaması normal bir durum. Bununla birlikte özellikle liberal yaklaşıma tepki olarak çıkmış ve temel meselesi sömürgeci düzen olan Marksizm’in sefalet ve yoksulluk ile ilgili yaklaşımına da bakmak lazım. Sosyal adalete dair kaygılı bireylerin ilk kalemde aklına gelen okuma disiplininin bu zemin olmasının diğer hegemonik unsurlardan bağımsız olmadığı bahs-i diğer olmakla birlikte Marksizmin yaklaşımının da masaya yatırılması gerekmektedir. Sömürgeci sistemi toptan değiştirmek için liberal anlayışı bir atlama taşı olarak gören Marx’ın kapitalizmi toptan tasfiyeyi hedeflemek yerine yaratacağı derinleşen toplumsal gerilimi fırsat olarak değerlendirmesi temelde ciddi bir kötümserlikten besleniyor. Her ne kadar yoksulluğun esas sebebini sistemde arayarak sistemin dönüşümü için fazlasıyla kayda değer şeyler üretmiş olsa da üniversitedeki arkadaşımın sorusuna hakkıyla cevap verebilmek için bu zemine de dikkat etmek lazım. Marx’ın 18. Yüzyıl İngiltere’sindeki işçileştirme süreçlerini ve köylülerin topraksızlaştırılarak mülkiyetsiz bırakılıp proleteryanın oluşmasını eleştirmemiş olduğunu ve Hindistan’ın sömürgeleşmesini anlamlı kabul ederek yoksun bırakılmış bir sınıf oluşumuna ve kapitalist derinleşmeye itiraz etmediğini söyleyebiliriz. Bu haliyle, kendisinden önce gelen siyasi izlek ile hesaplaşamamış ve iki hakim yaklaşımdan birine teslim olmuş bir bireyin zekat ve infak uygulamalarını bu ikilem içinde anlamlı bir yere oturtamaması normal görülmelidir. İşleyişi tersine işletmenin derdinde olmak gerekiyor ve ayrıca kabul etmeliyiz ki devrimci mücadele adına yoksun bırakılmışların mağduriyetlerini gidermeyi anlamsız kabul etmenin sosyolojik ve reel bir karşılığı yok.
Algılamaların farklılaşmasının nedenlerine dair bir takım şeyler yazdıktan sonra hak gibi zor bir alana girelim. Yoksulun hakkı hangi rasyonel sebebe dayandırılabilir? Allah’a ait olanın inanan biri için açıklaması gayet basittir. Konuyla alakalı bazı ayet ve hadisler dindar biri için yeteri kadar ikna edici olabilir. Ancak seküler bir zihin dünyasına sahip birisi için aynı şey söylenemez. Liberal ve Marksist tezlerin domine ettiği bir okuma zemininden gelen biri için hayli çetrefilli olacaktır. Meseleyi Allah tasavvurundan başlayarak aktarabilmek isterdim ama bu yazının hacmini aşacağından ve daha sistemli/kapsamlı bir araştırmayı gerekli kılacağından dolayı o kısmını göz ardı edeceğim. Ürettiğimizin fazlasında Allah’ın bir payı vardır ve bu pay yoksullara, madunlara, mustazaflara verilmelidir. Şimdi rasyonel bir akıl ilk olarak “Neden böyle olmalıdır?” diye soracaktır.
Şöyle bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım. Picasso’nun dehasını bir kenara bırakacak olursak yaptığı eserlerde ham olarak sadece bireysel emeğinin katkısından söz edebilir miyiz? Sahip olduğu kreativite hayal gücünün ürünü müdür yaptıkları? Elbette ki hayır. Guernika’yı yaparken orada acı çeken insanların hiç bir payı olmadığını söyleyebilir miyiz? Ya da Van Gogh’un buğday tarlalarını resmettiği tablosunda o tarlalar için çalışan çiftçilerin, o çiftçilerin çocuklarının açlıklarının, yağan yağmurun, iş bulamayan diğer işçilerin çalışmayı azmettiren durumlarının, mevcut köleleştiren sistemin hiç bir payı olmadığını söylemek gibi bir şansımız olabilir mi? Oluşagelen herhangi bir artı değerde bizim dışımızda on binlerce bağımlı/bağımsız değişkenin etkisi, itkisi, ilhamı söz konusudur. İhtiyaçtan fazla sahip olduğumuz her şeyde Allah’ın yani yoksulun, yolda kalmışın, mahrum bırakılmışın, düşkünün hakkı var. Ürettiğimiz her kıymet bizden çok başka birçok şeyin ürünüdür.
Netice olarak bir çok devrimci için revizyonist sapma olarak kabul edilen ya da bir liberal için anlamsız ve haksız kabul edilen karşılıksız sosyal yardımlaşma, bir hakkın teslimi olarak değerlendirilmelidir. Toplumsal dönüşümde yavaşlatıcı bir etkisi olduğu eleştirisine rağmen, kapitalist sistemin yarattığı gelir dengesizliğinin derinleşmesini anlamlı bir yere oturtmanın insafsızlığı ve projeci/tasarlayıcı hallerini vicdanlı bir insanın kabul edebilmesi söz konusu olmamalıdır. Marksizm’in, sistem odaklı düşünerek, yoksulların hayat ile ilgili haklarını feda etmeye varan bir yaklaşımı olsa da bir arayış olarak liberal sistemin eleştirisi üzerinden düşünce dünyasına katkıları ve bireyi baştan kötü ve içinde bulunduğu sefaletin esas sorumlusu gören liberal anlayıştan daha ileri olduğunu ayrıca belirtmek gerekir. Nihayetinde doğrudan ya da dolaylı olarak yoksulların sorunlarıyla alakalı olan politikaların belirleyicileri, bu yaklaşımlarla nihai anlamda çözüm sunmaktan ve ikna edicilikten aciz durumdalar.
Şu durumda dini referanslarla yoksulluk konusunda bireysel gayretler içine girenleri elbette yok sayamayız ancak temel politikaların belirlenmesinde ilke edilecek genele dair söylemlerin güçlü bir blok oluşturamadığını görmekteyiz. Zenginliğin ve refahın bazı insanların ellerinde dönüp duran bir devlete dönüşmesinin önüne geçebilecek yaptırımlara ve algılayış zeminine ihtiyacımız var. Bu mesele ile ilgili olarak ortaya konulan politikaların öyle ya da böyle bir şekilde kötümserlikten ve güvensizlikten beslenen bazı anlayışlara/yaklaşımlara kaydığını görmekteyiz. En basitinden ülkemizde uygulanan işsizlik maaşını alabilmek için sağlanması gereken asgari kriterler, ihtiyacı olan birçok insanı dışlar durumda. Refah toplumu düşüncesinin hakim olduğu merkez ülkelerdeki olumlu uygulamaların kapsayıcı olamadıklarını ve sadece birinci sınıf vatandaşların bu tip hakları olduğunu, üçüncü sınıf vatandaşlar için sefaletin doğal kabul edildiğini, Afrika’daki açlık(yoksulluk bile değil) sorunu ile bilmekteyiz. Bu durumun esas faili sömürgeci sistemdir ve sistem, bireysel gayretlerin göz hizasında bir tavır alış ile birlikte yaygınlaşmasıyla dönüştürülebilir.