Sevinç Doğan’la Söyleşi: “Savaş-Güvenlik Gündemiyle, 15 Temmuz’daki Gibi Bir Meşruiyet Devşirmek İsteniyor”
15 Temmuz’dan bugüne iktidarın kitle siyasetine, otoriterliğin gölgesinde iktidarın nerede handikapları olduğuna ve kitle propagandası anlamında neler yapmak zorunda kaldığına değinen bir konuşma yapmaya çalışacağım. Yine, yaşadığımız karanlık tabloya, içinde bulunduğumuz ağır baskı koşullarına rağmen iktidar nezdinde otoriterliğin sürdürülmesinin çok kolay olmadığını belirtmeye çalışacağım. 15 Temmuz gibi bir konuda konuşmak çok kolay değil. Çünkü çok güncel ve hepimiz sıcağı sıcağına yaşadık. 15 Temmuz’dan bugüne birçok şeye mesafeli bakıp anlamlandırmak çok kolay olmuyor. Hele ki iktidarın bizleri sürekli kutuplaştırdığı ve her gün Türkiye siyasi ortamında yaşadığımız şoklar nedeniyle durup düşünmeye çok vaktimiz olmuyor.
15 Temmuz’u okurken iki uç arasında salınan bir hat arasında kaldık. Bence 15 Temmuz bir kırılma idi. 15 Temmuz’a kendi atfettiğimiz anlamın dışında, Türkiye siyasal hayatını, hem iktidar hem muhalefet açısından derinden etkileyen bir olaydı. 7 Haziran 2015 seçimlerinden bugüne neler yaşadık diye küçük bir kronoloji çıkardım. Bu kronolojiye baktığımızda aslında her şeyin hızla olup bittiği bir kaos içerisinde olduğumuzu, bazı şeyleri içinde bulunduğumuz yerden okumanın ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Ve iktidarın, kımıldayamaz hale getiren bu şoklar sayesinde, bu kadar kolay yapamayacağı propagandaları yaptığını görüyoruz. 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarını biliyorsunuz. HDP ve etrafında oluşan blok ‘Seni başkan yaptırmayacağız!’ sloganıyla çıkış yaptı ve barajı aştı. Kürt hareketi ve Kürk hareketiyle birlikte legal alanda siyaset yapan geniş kesimler, bu çapta bir fırsatı 1990’lardan beri ilk defa yakaladılar. ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ kampanyası çok önemliydi. Çünkü 7 Haziran seçimlerinin sonuç oranları bize başkanlık siteminin demokratik yollarla onaylanmadığını kanıtlamıştı. Arkasından 20 Temmuz 2015’de Suruç Katliamı’nı yaşadık. 10 Ekim 2015’de Ankara Katliamı’nı yaşadık. Bir türlü koalisyon hükümetleri kurulamadı. Ve 1 Kasım 2015 seçimleri gerçekleşti. 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP ve MHP ittifakını bariz bir şekilde gördük. MHP oyları neredeyse %5 oranında azaldı. AKP oyları arttı. Sonra bir şekilde bombalama olayları devam etti. Bu şu yüzden çok önemliydi: Kamuoyunda ve toplumsal alanda ilk defa sokağa çıkmanın kendisi herkes için çok büyük bir korku kaynağı oldu. İktidar çok fazla meşruiyet kaybetmeye ve çok farklı toplumsal kesimlerden protesto almaya başlamıştı. 20 Ocak 2016’da Sultanahmet, 19 Mart 2016’da Beyoğlu saldırısı oldu. 20 Mayıs 2016’da milletvekili dokunulmazlıklarının kalkması onaylandı. 15 Temmuz 2016’da darbe girişimi gerçekleşti.
Darbeye giden süreçte iktidar uluslararası basında çok fazla eleştiriliyordu. Hakkında otoriterliğinin arttığına yönelik çok fazla söylemler vardı. Kürt illerinde ve batıda muhaliflere karşı çok fazla baskı yapıldığına huzursuzluklarla olduğu yazılıyordu. 15 Temmuz tam böylesi bir meşruiyet krizinin üzerine geldi. Yine biliyorsunuz 15 Temmuz sonrasında, 20 Temmuz 2016’da OHAL ilan edildi. En son birkaç hafta önce bakanlar kurulu kararıyla 6. kez uzatıldı. O günden bugüne OHAL ile yönetiliyoruz. 4 Kasım 2016’da Demirtaş ile birlikte 11 vekil tutuklandı. Demirtaş’ın tutuklanması Türkiye siyasi tarihi açısından dönüm noktası oldu. 23 Temmuz’da ilk KHK yayınlandı. O günden bugüne onlarca KHK yayınladın ve on binlerce insan kamu görevlerinden atıldılar. 1 Ocak 2017’de Reina saldırısı oldu. Bu olay medyada sansürlendi. Ne olup bittiğini tam olarak öğrenemedik.
Referandum sürecine böylesi bir atmosferde başladık. 16 Nisan 2017’de referandum oldu fakat bu süreç çok kolay değildi. Reina saldırısı öncesinde de bir korku iklimi vardı. Neyse ki, Şubat’a doğru bu korku iklimi kırılmaya başladı. Baharda tekrar referandum çalışmalarına başladık. Ve referandum yaklaştıkça muhalefette tekrar bir canlanma oldu. Sonuçları itibarıyla çok tartışmalı oldu. Mühürsüz oy kullanımı nisan ayı boyunca tartışıldı. 15 Haziran 2017’de Adalet Yürüyüşü yapıldı. Adalet Yürüyüşü benim bildiğim kadarıyla Türkiye tarihindeki en kalabalık mitinglerden biriydi. 2 milyonu insanı aşan bir miting oldu. O günden bugüne bu kadar büyük çapta olmasa da -Afrin meselesi hariç- çeşitli gündemler hayatımızda devam ediyor. Kabaca son kaç yıldır böyle bir siyasi atmosferden geçiyoruz. Ben ortak bir yerden başlamak adına ve tartışmaya kapılar açması için 15 Temmuz’dan başlamak istiyorum. 15 Temmuz’dan bugüne kısaca iktidarın nasıl bir pratiğiyle karşılaştık? Biliyorsunuz 15 Temmuz darbe girişimi çok farklı boyutlarıyla tartışıldı. Devlet içerisindeki güç odaklarının, Gülen cemaatinin, AKP’nin güç ve tasfiye mücadelesine tanık olduk. Devletin hukuk alanından, orduya, eğitime kadar her alanda yeniden yapılanmasına şahit olduk. Bunların sancılarını yaşadık. Ama 15 Temmuz’la ilgili çok az konuştuğumuz şeylerden bir tanesi şuydu: buradaki mobilizasyon ve muhtevası. Hatırlarsanız kahramanlaştırma ya da canavarlaştırma şeklinde iki eğilim vardı. İktidar tarihi yeniden yazan, yeni bir mit ve yeni bir paradigma yaratan bir yerden konuşuyordu. Sokağa çıkan insanların hepsini demokrasi savaşçısı ilan etmişti. Sokağa çıkanlar sanki en baştan devleti, milleti kurtarmak için oraya gitmişlerdi. Diğer taraftan muhalif kesimlerin daha sert bir okuması vardı. Onlara göre sokağa çıkanlar kafa kesmeye hazır, IŞİD zihniyetli cihatçı kesimlerdi. Oysa daha farklı okumamız gerektiğini düşünüyorum.
[pullquote]Meydan mobilizasyonuna katılanların içinde AKP’nin yarattığı kendi yeni orta sınıflarından ve 15 Temmuz darbesi gerçekleşip AKP iktidardan düşerse yaşam tarzlarının, konumlarının eskisi gibi olmayacağını düşünen bir kesim vardı.[/pullquote]
15 Temmuz’un kendisini konuşmadan önce, bildiğimiz gibi 15 Temmuz darbe girişimi Erdoğan iktidarına çok fazla olanak tanıdı. En başta iktidarın hukuksal düzenlemeleri yapmasında ve muhalefeti bastırmasında çok etkisi oldu. Ama 15 Temmuz’un kendisini bu kadar erken bir okumayla, planlanmış, sokağa çıkan herkesin kafasında çok net şeyler varmış gibi okumak da doğru gelmiyor. Bu meseleye söylemlerin, taleplerin ve sokağa çıkan insanların imajlarının dışında nasıl bakabiliriz? Ben bunu üç şekilde okuyabileceğimizi düşünüyorum. Birincisi sokağa çıkanlar için bir organizasyonel bir bütün vardı. Bunu görmek önemli. AKP’nin tüm belediyelerinin, bürokrasisinin, yerellerdeki parti örgütlerinin güçlü olduğunu biliyoruz. Darbe söylentisi kendi içlerinde iki üç aydır konuşulmaya başlanmıştı. Hatta kendi içlerinde ‘şu tarihte darbe yapılacak biliyor musunuz diye’ bunun şakası bile yapılıyordu. Dolayısıyla böyle sert bir çekişmenin geleceği belliydi. Belki nerede ne zaman olacağı bilinmiyordu. Her şey çok danışıklı dövüştü demiyorum, ama gergin bir süreç olduğu aşikardı. Çengelköy’de görüştüğümüz kadın kollarına üye birisi bile biz Whatsapp’da kendi aramızda konuşuyorduk diye çok rahat anlatıyordu bu süreci. Dolayısıyla burada organizasyonel bir bütün olduğunu hatırda tutmak gerek.
15 Temmuz’da kitleleri sokağa çıkaran AKP’nin Türkiye tarihi okumasıdır
Sokağa çıkanlar kendiliğinden, bir anda bir gecede sokağa çıkmış değiller. AKP’nin parti örgütünde iktidarından beri okuttuğu bir Türkiye tarihi okuması var. Bu Türkiye tarihi okumasında darbeler AKP için önemli bir yerdeydi. Tinsel (metafizik) bir motivasyon vardı. Salâlarla bunu gördük ama oraya çıkan insanlar için şehit olmanın kendisi de başka bir şey ifade ediyordu. O anda ben öleceğim, şehit olacağım diye düşünmedilerse bile olayların sıcaklığında, tinsel motivasyonun onları orada tuttuğunu görüyoruz. Benim için önemli şeylerden bir tanesi şu: Meydan mobilizasyonuna katılanların içinde AKP’nin yarattığı, kendi yeni orta sınıflarından ve 15 Temmuz darbesi gerçekleşip AKP iktidardan düşerse yaşam tarzlarının, konumlarının eskisi gibi olmayacağını düşünen bir kesim vardı. Ve bu kesimin kendisi tabi ki çok önemli bir yerde duruyordu. Hatırlıyor musunuz bilmiyorum ama 15 Temmuz sonrasında gazetelerde, misal bir inşaat şirketi firması sahibinin, müdürünün demokrasi nöbetlerinde fotoğrafı oluyordu. ‘Ben de demokrasi nöbetlerine katılıyorum’ diye göstermek istiyorlardı. Her kesimden insan, küçük ya da büyük sermaye grupları, demokrasi nöbetlerine katıldığını gösteren reklamlar yaptılar. Bence bu önemliydi. Bir taraftan da sadece kişisel çıkarlar, ekonomik kazanımlar değil bir yaşam tarzı meselesi vardı.
AKP’nin iktidar olmasıyla kendi yaşam tarzını istediği gibi sürdüren kesimler için Erdoğan’ın iktidardan düşmesi büyük kayıp olabilirdi. Demokrasi nöbetleriyle birlikte düşünürsek bir şekilde şunda başarılı olundu: Bunun bir Erdoğan karşıtlığı, AKP’yi devirme meselesi değil genel olarak ulus devletin parçalanma ve bölünmesine karşı FETÖ gibi görünen dış güçlerin oyununu bozma girişimi olduğu… Bu durum CHP tarafından da ortaklaştırılan bir söylem haline getirildi. Yenikapı Mitingi bunun göstergelerinden biri oldu. Bir başka boyut, demokrasi nöbetleriyle birlikte düşünürsek, iktidarın mobilize ettiği kesimler kimler diye bakarsak, en başta bahsettiğimiz yeni orta sınıflar, belediyelerde ya da özel sektörde çalışan geniş kadrolar, emekçiler diyebiliriz… Bugün AKP’nin elinde olan belediyeleri düşünürsek yüz binlerce insandan bahsediyoruz. Onlar için demokrasi nöbetlerine katılmamak diye bir durum yoktu. Kimse size açıktan mecbursunuz demiyordu ama neredeyse mecburdunuz. Tabi ki bu kesimler tek başına katılımcı değildi. Çok farklı İslami cemaatler ve tarikatlardan, bürokrasi ağlarından toplumsal kesimlerin geldiğini biliyoruz.
15 Temmuz’da kadınlar çok bariz bir şekilde sokaktaydılar
Çok konuşulmayan ve kimsenin görmek istemediği bir diğer kesim olarak kadınlardan bahsetmek gerek. 15 Temmuz gecesi olmasa bile demokrasi nöbetlerine katılan insanların %45’inden fazlası kadınlardan oluşuyordu. Özellikle ev kadınlarının oranı çok yüksekti. Kitle mobilizasyonuna en çok enerji veren kesimlerin başında kadınlar geliyordu. Bununla hem Yenikapı mitinginde hem demokrasi nöbetlerinde karşılaştık. Ben İstanbul’da gece geç saatlerde o kadar çok kadının kent içerisinde rahatça dolaştığına şahit olmadım. Ramazanlar yaza denk geldiği için son kaç yıldır bir canlanma vardı ama 15 Temmuz’da kadınlar çok bariz bir şekilde sokaktaydılar. Bunu görmek önemli.
[pullquote]Bu kadınlar nasıl görünmeyen emekleriyle evi çekip düzenleyenlerse, burada da aslında iktidarın toplumsal alandaki meşruiyetini sağlayan ve buna güç veren kesimlerin başında gelenlerdi.[/pullquote]
Diğer bir mesele olarak burada bir kefaretçi eylemin kendisinden bahsedilebilir. Bir şekilde İslami, muhafazakar, belki milliyetçi kesimin kendisi sokağa çıkarak bir şekilde bugün elde ettikleri bütün kazanımların kefaretini ödediklerini ima eden konuşmalar yaptılar. Burada şöyle bir şey de vardı. Biliyorsunuz iktidarın çok sık tekrarladığı “Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz” söylemi vardı. İktidar, kendi tarihsel paradigmasını, kırılma anını 1960 Darbesi, 28 Şubat, 27 Nisan e-muhtıra, AKP’nin kapatılma davası üzerinden kuruyordu. En son 15 Temmuz’la birlikte bütün tarihsel anlatının kendisi yeniden kuruldu. Oradaki insanların çok sık tekrar ettiği bir şey vardı. Biz 1960 darbesini durduramadık, 28 Şubat’ta sokağa çıkamadık, şimdi artık geçmişteki gibi davranmayacağız ve bunu sahipleneceğiz diyorlardı. Bunun ne kadar bilinçli olduğu tartışılabilir ama reflekslerin ve eylemlerin kendisi her zaman bilinçli ve rasyonel olmayabilir. Ama şunu biliyoruz ki bu anlatının kendisi çok sık işlenen bir şey. Gençlik kollarından, kadın kollarına anlatılan bir hikaye. 19 yaşında bir gencin size yarım saat Türkiye siyasi tarihini anlattığı bir hikaye. Yani o yaştaki bir gence bile bu formasyon çok net bir şekilde veriliyor. Burada bence 15 Temmuz’la birlikte önemli şeylerden birisi siyasal özneleşme meselesiydi. Ve bu özneleşme iktidara yaradı. AKP ve Erdoğan için bunun kendisi birkaç yıl daha sürecek lehlerine olan dinamikleri besledi. AKP ilk defa sokağa binlerce insanı çağırdı ve binlerce insan sokağa döküldü.
Temsili siyaset 15 Temmuz’da tersine döndü
15 Temmuz’dan önce AKP iktidarı boyunca en önemli siyasal eylemin kendisi oy vermekti. Gücünüzü, eyleminizi göstereceğiniz yer orasıydı. Milli irade, temsil mekanizmasıydı. Ama 15 Temmuz’da ilk defa temsil siyaseti tersine döndü. Siz sokağa çıkın, özne olun ve öznelliğinizin kendisini gösterin denildi. Nasıl? Darbeyi durdurarak. Kendi iradenize sahip çıkarak. Ben sokağa çıkanların kukla olduğu gibi söylemlere katılmıyorum. Ve şöyle bir anlatım da doğru gelmiyor. Elbette ki bu ciddi bir örgütlenme organizasyon ama her şeyden önce orada siyasal özneleşmenin kendisini görmek gerekiyor. Fakat bütün bunlara rağmen, bu siyasal özneleşme çok kısa bir sürede savruldu. Çünkü demokrasi nöbetlerinde şunu fark ettik. Sokağa çıkan insanlar çok tek tipti. Sonradan kentin çok farklı kesimlerinden, emekçi insanlar da geldi ama çok tek tipti. AKP flamaları yoktu, çok fazla Türk bayrağı vardı. Çalınan müziklerden, taşınan dövizlere kadar her şey çok sınırlı ve belirgindi. Oysaki bu kadar kalabalık bir kitle mobilizasyonunda çok daha farklı şeyler beklersiniz.
15 Temmuz’la ilgili altını çizmemiz gereken şeylerden birisi zayıflayan egemenliğin, bir şekilde çatırdamaya başlayan ulus devlet paradigmasının tekrar yeniden toparlanmaya çalışılmasıydı. Çünkü bu bölünme, parçalanma hikayeleri çok net bir şekilde 15 Temmuz’dan itibaren başlatıldı. Sonradan Geziyle de ilişkilendirildi. ‘Türkiye’yi bölmek istiyorlar’ meselesi 15 Temmuz’da çok net bir şekilde ortaya çıktı. ‘Biz burada devletin bekasını düşünüyoruz, mesela AKP değil’ deniyordu. Ana akım basında da bu mesele çok yer edinmişti. Bu önemli bir mesele. Çünkü başkanlık sistemi tartışmalarında bir yandan ulus devletin zayıfladığı, devletin parçalanma tehdidiyle karşı karşıya olduğu söylenirken diğer yandan iktidar nezdinde ulus devlet paradigmasının çatladığı ima ediliyordu. Cumhuriyet’ten beri sistemin bir şekilde işletilmeye çalışıldığı ama 700 yıllık Osmanlı tarihinin bize ulus devlet paradigmasının işlemediğini gösterdiği gibi bir karşı argüman vardı. Anlaşılıyor ki hem muhalefet hem iktidar açısından ulus devlet paradigmasında toplumu bir arada tutan değerlerde bir ortaklık bulunamıyor. Bir taraf yerel demokrasiyi daha fazla savunurken diğer taraf daha fazla otoriterleşme için başkanlık sistemi gibi bir çözüm öneriyor.
15 Temmuz’la ilgili gündemi kadınlar ile bitirebilirim. Oranlara da bakarsanız, sokağa da çıkarsanız 15 Temmuz demokrasi nöbetlerinin büyük bir kısmında ev kadınları vardı. Kadınların ev içi emeği ne kadar görünmüyorsa aslında burada iktidarı yeniden ürettiği de görünmüyordu. Kadınların enerjisi yine bir şekilde geri planda bırakıldı. Kadınlar bir erkeğin kendi iktidarını yeniden kurmasına, bir şekilde enerji verdi. Tabi bugün AKP Kadın Kolları üzerinden bakıp o kadınların basit bir kukla olmadığını, meselenin basitçe bir erkek reise duydukları hayranlık meselesi olmadığını söyleyebiliriz. O kadınların parti ağlarıyla siyaset yaparak kamusal alana çıktığını hem kendilerini hem de kendileri olan bakışları değiştirdiklerini söyleyebiliriz. Bunları ayrıca konuşabiliriz ama kabaca şunu söyleyebilirim. Bu kadınlar nasıl görünmeyen emekleriyle evi çekip düzenleyenlerse, burada da aslında iktidarın toplumsal alandaki meşruiyetini sağlayan ve buna güç veren kesimlerin başında gelenlerdi.
[pullquote]16 Nisan referandumu Türkiye’de taraftarlık ve muhaliflik sınırlarının değişmeye başladığı ya da en azından iktidarın bize lanse ettiği kadar net olmadığını gösterdi.[/pullquote]
15 Temmuz’dan sonra 16 Nisan referandumu’nu da ben bir kırılma olarak görüyorum. İki tarih arasındaki Türkiye gündemindeki hızlı değişimler bir tarafa 16 Nisan referandumu bir kırılma yarattı. Sonuçları itibariyle bugün bambaşka bir yerdeyiz ama biliyorsunuz referandumda evet ve hayır oyları çok tartışmalı oldu. Hala da çok tartışmalı ama bundan azade 16 Nisan referandumu Türkiye’de taraftarlık ve muhaliflik sınırlarının değişmeye başladığı ya da en azından iktidarın bize lanse ettiği kadar net olmadığını gösterdi. Çünkü 15 Temmuz’da öyle ya da böyle cemaate karşı bir konsensüs oluşmuş görünüyordu. 16 Nisan’da tam tersi oldu. Bariz bir şekilde toplumsal hoşnutsuzlukların görünür olduğunu ve iktidarın etkilediği kesimler arasında çatlaklar olduğunu gördük. Bu çok net bir şekilde oy oranlarına yansıdı. Özellikle MHP içerisindeki çatlakları net bir şekilde gördük. İYİ Parti bunun örneği. İslami muhafazakar kesimler arasında da desteğin azaldığını gördük. Üsküdar, Fatih, Eyüp gibi yereller bize 15 Temmuz’da sağlanan konsensüsün bozulduğunu gösteren örnekler oldu.
16 Nisan Referandumu’nda AKP ilk defa kendi politikalarının arkasında duramadı
Referandum aynı zamanda Erdoğan karşıtlığının artık toplumun genelinde belirgin bir hat olduğunu gösterdi. Yani Erdoğan şahsında yoğunlaşan taraftarlık ya da muhalifliğin kendisi hiç olmadığı kadar artmış durumda. Çünkü başkanlık sistemi direk Erdoğan’ın kendisine oy verilmesi üzerine kurulan bir hattı. O günden bugüne bu hat daha da belirginleşti. 15 Temmuz’da o kefaret içeren eylemin, özneleşmenin iktidar nezdindeki kesimler için biraz daha değiştiğini söyleyebiliriz. İktidara taraf olan kesimlere baktığımızda toplumun diğer muhalif kesimlerini görmemezlikten gelmenin daha da belirginleştiğini görüyoruz. Toplumsal kutuplaşma dediğimiz şeyi belki buradan kurabiliriz. -Mış gibi yapma tavrının çok daha belirgin olduğunun farkındayız. Çünkü hem Kürtler hem Aleviler nezdinde, hem yaşam tarzı olarak kendini seküler ya “laik” hisseden kesimler içerisinden gelen ciddi eleştiriler var. Bu eleştireler karşısında, iktidara taraf olan kesimler sorunların bu kadar büyük olmadığı, bazı şeylerin abartıldığı, dış güçlerin Türkiye’yi karıştırmak istediği gibi söylemler üretiyor.
Cemaat operasyonlarının çok ciddi kesimleri mağdur ettiği bir durum var. Mesela Üsküdar Ahmediye pazarında bildiri dağıtımı yaparken bir kadın şundan bahsetti. ‘Ben AKP kadın kollarındaydım. Benim çocuğum cemaat dershanelerine gitsin diye beni herkes zorladı. Dershaneye göndermedim diye bana kızdılar. Şimdi kızım öğretmen oldu ama cemaat bağlantısı nedeniyle alındı.’ Polis tanıdığı olan bir kadın vardı. O da benzer şeyler anlattı. Bu şekilde alakalı alakasız birçok insanın mağdur olduğunu ve tepki gösterdiğini gördük referandum sürecinde. Ama burada sorunlar varsa çok büyütmeye gerek yok ya da sorunlar dışarıdaki giz ellerin yarattığı şeyler gibi bir bakış açısı yaygın. Bu iktidarın öznesi ve sorumluluğu olmayan, komplolar üzerinden bir siyaset okuması yaptığınızı gösteriyor. İktidarı ya da destek verdiğiniz partiyi hiçbir şekilde eleştirmiyorsunuz. Gerçeklere karşı imajların önemli olduğunu görüyorsunuz. Mesela benim Üsküdar’da görüşme yaptığım boyacı gençler vardı. AKP zamanında zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu demişlerdi. Bununla birlikte çok bariz şekilde Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’daki imajımızı düzelttiği, büyük devletlere kafa tuttuğu, büyük devlet olduğumuzu gösterdi gibi anlatıya da sahiptiler. Her şeye rağmen bir toz kondurmama hali var
AKP’nin ilk defa 16 Nisan’da kendi yaptığı şeyin arkasında durmadığını düşünüyorum. Bugüne kadar yaptıkları şeyin öyle ya da böyle arkasında durdular. Ama 16 Nisan referandumunda çok açık bir şekilde bir yalan üzerinden siyaset kurdular. Hem dağıtılan materyaller, hem sokakta çalışma yapan insanlar siyaseti yalanlar üzerinden yaptılar. Başkanlık sistemi, meclisi sınırlandırıp başkan olacak kişinin yetkilerini arttırıyorken sokakta bize el ilanı vermeye çalışan insanlar şunu söylüyordu: Meclis güçleniyor, kişilerin yetkileri azalıyor, denetim ve hesap verilebilirlik her alanda artıyor, yasama yürütme yargı hepsi ayrılıyor… Bariz yalan üzerine bir propaganda yaptılar. Üsküdar’da referandum çalışmasında broşür dağıtan AKP’li bir kadın “artık cumhurbaşkanı yargılanabilecek” diyerek broşür verdi. Açıkça retorik yaptılar ve bu bence önemliydi. Çünkü onların her şeye rağmen geniş kitleler nezdinde başkanlık sisteminin meşruluğunu kuramadıklarını gösteriyordu. İki üç yıldır başkanlık tartışmaları dönüyordu. Böylesi bir algıyı bile kendi cenahlarında kuramadıklarını, en azından söylem düzeyinde kamusal alanda propagandasını, reklamını yapamayacaklarını görmüş olduk.
Referandum sonuçlarının kendisi çok önemliydi. AKP ilk defa iktidarı boyunca büyükşehirleri Erdoğan’ın şahsında kaybetti. Biliyorsunuz Erdoğan’ın oy oranı AKP’nin oy oranının üzerindedir. Erdoğan’a rağmen AKP İzmir, İstanbul, Ankara ve çok önemli ilçeleri kaybetti. Türkiye sanayisinin, ekonomisinin, finans sektörünün, nüfus açısından patlama yaratan yerlerin en önemlilerini kaybettiği bir seçim yaşadı. Bir ay boyunca seçim sonuçlarının ve pusulasız oyların tartışma yarattığı bir süreç yaşadık. Bu bize aslında başkanlık sisteminin fiili olarak toplumsal hayatta onaylanmadığını ama yine fiili güçle dayatıldığını gösterdi. Ama muhalefet bu şekilde okumadı. Seçim sonuçlarını ciddi bir yenilgi ve moralsizlikle karşıladılar. Oysa iktidar cenahında referandum sonrası basına da yansıyan çok ciddi tartışmalar yaşandı. Neden oy oranları düşük, nerede hata yaptık diye tartıştılar. Daha sonra belediye başkanları görevden alındı, parti kadroları değiştirildi. Bugün AKP’nin kadın kolları broşürüne baktığımızda kadınları istihdama katacağız, kadınlara, engellilere yapılan yardımları arttıracağız deniyor. Turizm tekrar canlandırılmaya çalışılıyor. En son tarım meselesinde köye dönene koyun, çiftçiye yardım vadedildi. Bugün iktidar radikal muhalif kesimlere karşı daha sert dururken toplumun geniş kesimlerine daha ılımlı yaklaşan bir hat çizmeye çalışıyor. En azından pratikte bunu yapacağının emarelerini gösteriyor. 16 Nisan sonuçları çok büyük bir huzursuzluk yarattı. Her şeye rağmen insanların kendi geçim alanlarından tutun rahat rahat konuşamamasına kadar çok ciddi huzursuzluk var. Ama bugün 15 Temmuz’daki gibi Afrin gündemiyle tekrar bir konsensüs yaratılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Tekrar bir meşruiyet devşirme ve savaşın kendisiyle birlikte tekrar bütün devletin yeniden yapılandırılmasıyla karşı karşıya olduğumuz söyleyebiliriz.
SORU-CEVAP
Seçim sonrası insanlar YSK’nın önüne gitmek istediler ama bir nevi CHP bunu engelledi. Daha sonra adalet yürüyüşü ardından adalet paneli yaptı ve toplumsal muhalefet mobilizasyonunu bitirdi. Siz CHP’nin böyle bir şey yapmasını nasıl görüyorsunuz? Aslında CHP daha aktif bir siyaset yapabilirdi. Yeni süreçte CHP için var mı böyle gelişmeler? CHP’ye dair öngörünüz ne?
Bir araştırma şirketinde parti seçmenlerine bakıyoruz. Ben CHP seçmenini araştırıyorum. CHP’nin kendi parti tabanı çok fazla eleştirel bakıyor. Partilerini yerden yere vuruyor. Referandumda ilk başta söylenen şeylerden bir tanesi oylara sahip çıkılmadığı, insanları sokağa dökmediği, düzgün bir muhalefet sergilemediğiydi. Yani biz bir şeyler yapalım diye bekliyoruz ama bir türlü bize o şey verilmiyor deniyor. Hatta gençler üzerinde dönen ciddi tartışmalar vardı. Oradaki enerjinin bastırıldığı ve savrulduğu çok farklı görüşlerden insanların hemfikir olduğu bir şey. Yani CHP’nin demokrat kanadını gibi ulusalcı kanadı da bugün sokağa çıkmak istiyoruz ama partide böyle bir şeyi göremiyoruz diyor. Parti bizim arkamızda duracağına dair bir emare vermiyor diyorlar. Bence bu çok şey anlatıyor. Yani bir şekilde işlerin daha yukarıdan, başka pazarlıklarla döndüğünü gösteriyor. Çünkü CHP bir türlü kendi tabanın da istediği muhalefeti göstermiyor. Bununla birlikte artan bir korku olduğunu söyleyebiliriz. Görüşme yaptığım 60 yaşlarında hali vakti yerinde bir CHP’li kadın düşüncelerini aktarırken ses kaydını gösterip kapat işareti yapıyor örneğin. Toplumda çok ciddi bir korku, çok ciddi bir sansür var. Toplumda en rahat konuşabileceğini düşündüğümüz kesimler bile konuşmaktan imtina ediyor.
Normalde Türkiye muhafazakarlığı özü itibariyle bedel ödememiş, silik, kenarda kalmış “dayak yemiş”tir. İslamcılık “devlet bizi çok dövdü” der ama Kürt siyasetinin veya solun yediği dayağın onda birini yememiştir. Kefaret meselesini toplumun bir kesimi şöyle bir yere oturtturuyor. Bu tartışma Türkiye Cumhuriyeti kuruluş tartışmalarına kadar gider. Gökalp bunu Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak diye formüle ediyor. Osmanlı’daki üç tarzı siyaseti bir terkip haline getirip modern bir Türkiye inşa ediyor. İslamcılık kendisini bu üç tarzı siyaset içerisinden dışlanan, ötekileştirilen ama kurucu unsur olarak görüyordu. Belki o kefaretçi eylem İslamcı söylemdeki ‘yedirmeyeceğiz’in bu kadar müşteri bulmasının izahı. İslamcı siyasette genel olarak sokak siyaseti, devlete kafa tutma, müesses kurumlarla cedelleşmeye girme, toplumsal değişimin öznesi olan bir halk olma durumu yok. Biraz bu veçheden bakabilir miyiz?
Bir şeyin teorisini, siyasetini yapanlarla sokağa çıkanları ayırabiliriz gibi. Mesela bu işin kitabını yazan, teorisini yapan kesimlere sorsak muhtemelen Gezi ile ilişkilendiren bir yerden konuşacak. Ama sokağa çıkan insanlarından, onlar Gezi’de şu kadar çıktı, biz de bu kadar çıkacağız diye bir şey duymadım. Ben tersinden şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Şimdi Gezi herkesi çok etkiledi. Gezi sürecinde iktidar bariz bir şekilde Gezi karşıtlığı propagandası yapmaya çalıştı ama tutmadı. Kasımpaşa’daki, Tophane’deki illegal çevreler dışında Gezi karşıtlığı olmadı. İktidar sokağa kimseyi çıkaramadı. Daha sonradan Gezi’ye dair bir okuma yaygınlaştı, bu FETÖ’cülerin kışkırttığı, dış mihrakların yaptığı bir şey oldu. Gezi herkes için çok sempatikti. Kasımpaşa’daki ülkücülerle, muhafazakar kesimlerle konuşmuştuk örneğin. Gezi’nin ilk günü ne oluyor diye gelip bakmışlar. Gezi bu kadar güçsüz olmadığımız bir dönemde patladı. Muhalefetin bu kadar baskı görmediği, bombalama olaylarının olmadığı, sokakların herkesin olduğu bir dönemdi. Başka bir özgüven vardı. Sevsin sevmesin, gelsin gelmesin geniş kesimlerin Geziye katılanlara öfkeyle baktığını düşünmüyorum. İktidarın kendi içinde tabi bir sindirememe hali olduğunu söyleyebiliriz. Ama sonradan Geziye bambaşka anlamlar atfedildi.
Ama şuna katılıyorum. Eğitim sermayesi, oradaki mizah, akıl üzerinden dönen bir kültür savaşı muhabbeti var. Erdoğan da çok sıklıkla eğitimli kesimlere laf sokuyor. Tabi geziye katılan kesimlerin ekonomik sermayesi değil ama kültürel sermayesi açısından bir farklılık vardı. Prekarya dediğimiz kesimler sokağa çıkmıştı. Yine Aleviler vardı. Ciddi oranda emekçi sınıfı oluşturuyordu. Kürt hareketi çok görünür değildi ama Tarlabaşı’ndan, Gazi’den, kentin farklı semtlerinden gelen Kürtler net bir şekilde vardı. Katılanlar sınıf düşmeye başlayan ya da kültürel eğitim sermayesi olsa bile piyasada tutunamayan kesimlerdi. Tabi ki iktidarın her alanda dışlamaya çalıştığı kesimlerdi. 15 Temmuz’da sokağa çıkanlar tersine, kazanımları olan ve kazanımlarını kaybetmek istemeyen yeni orta sınıflar, AKP ile birlikte statü atlayan kesimlerdi. Gezi kompleksi dediğimiz şey belki şu olabilir. Sonuçta Türkiye’de sokak siyasetini, protesto kültürünü genelde sol siyaset taşıyor. Dolayısıyla ilk defa iktidarı destekleyen yüz binler sokağa çıktığında oradaki birçok şey tekrar edilmiş olabilir. Bugünden bakılıp orayla yeni bir şey kurulabilir. O anlamıyla bir kompleks, bir karşıtlık, bir kültür sermayesi üzerinden bir kavga olduğu söylenebilir.
15 Temmuz’da kadınların görünmediğinden bahsettiniz. Ak Parti politikalarında evdeki emeği ücretlendiren bir kısım şeyler vardı. Hasta bakımı, anneanne babaanneye çocuk bakımı için yardım gibi kadınlara yapılan yatırımlar. Ayşe Çavdar da son yazısında Erdoğan’ın kendisine yakın herkesi uzaklaştırdığını ama kadın kollarını uzaklaştırmadığını söylemişti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben de aynı düşünüyorum. Kadınlar da emekleri de görülmedi. Aslında iktidar ve muhalif kesim dahil olmak üzere oradaki kadınların varlığını, kadınların iktidara taşıdığı meşruiyeti ve enerjiyi görmediler dedim. Dediğin her şeye katılarak bunu ekliyorum. Kadınlar orada varlar ve çok güçlüler. Tayyip Erdoğan hiçbir zaman kadınları kaybetmiyor ve kadınların toplumsal alana ne kadar meşruiyet kazandırdığının farkında.
Aslında kendisi kadın düşmanı ama bir yandan da kendi kadınlarını kollama çabasında.
16 Nisan’dan sonra parti içindeki kadın kollarında propagandası yapılan en büyük şeylerden biri şu: Partide %10 kadın kotası var. Bu çok ciddi tartışma yarattı. Erkekler refleks gösterdi. Tayyip Erdoğan tepeden siz susacaksınız, kadınlar bu %10’u alacak dedi. Çünkü biliyor, kadınların olması partiye gerçekten çok büyük güç veriyor. Sokak ve ev siyasetini yapanların kendisi kadınlar. Mesela kadın kollarının kendisi şunu söyledi. 17-25 Aralık’tan sonra parti içinde kadınların görünür olması erkeklerin geri durması konuşulmuş. Çünkü kadınlar siyasetin temiz yüzü. Bu çok konuşulan bir şey. Referandum sonrasında 2019 seçimleri için kadınlara söylenen şeylerden bir tanesi şu. İstanbul’da kaç tane kadın belediye başkanı var? Hiç yok. İlçe belediye başkanları bile çok az. Tayyip Erdoğan kadınlara belediye başkanı adayı, ilçe belediye başkanı adayı olacaksınız daha çok milletvekili çıkacak dedi. İktidarın toplumsal alandan desteği azaldıkça yöneldiği kesimlerin başında kadınlar geliyor. Konuşmanın başında yaşlı bakımı, çocuklar için ek vereceğiz, kadın istihdamını arttıracağız gibi söylemlerinin yaygın olduğunu söylemiştim. Fakat bir taraftan da müftülük yasasını geçiriyor. Taciz ve tecavüz yasaları vs. orada erkeklerin çıkarını koruyan bir yerde duruyor ama kitle propagandası nezdinde ve kendi toplumsal meşruluğunu kazanmak, toplumsak desteği kaybetmemek için kadınlara göz kırpıyor da. Ama o kadar geride ve o kadar az şeye sahibiz ki, kadınları ikna ediyor. O yüzden bir şey diyemiyorum. Mesela kadın diyor ki kocam bana eskiden saygı duymazdı ama artık saygı duyuyor. Bu bir kadın için önemli ve onu güçlendiren bir şey. Burada ne denilebilir ki? Ya da kadın mahallesinden dışarı çıkmamış ama parti ağlarıyla birlikte parti başkanı, ilçe başkan yardımcısı oluyor. Ankara’ya toplantıya gidiyor. Belki hayatında ilk defa kendi başına Ankara’ya gidiyor. Bu çok önemli. Tabi böyle bir tarafı var. Çünkü AKP, CHP’nin MHP’nin HDP’nin ve Türkiye sol hareketinin hitap edemediği kadınlara hitap ediyor. Onlara ulaşıyor.
Normalde Reis’in her dediğini kabul eden bir kitle var. Ama Twitter’dan gördüğüm hocalara sahiplenme çağrısına baya ilgi oldu. Erdoğan’a karşı böyle bir şey var. Çünkü ailenin içine dalıyor bir yandan. Söylem ile aile içindeki kadını güçlendirmiş oluyor. Erkekler için dini değiştirmiş oluyorsun.
Ona bakmak lazım ben de merak ediyorum. Çünkü şunu biliyoruz bir taraftan kadınların boşanma oranı artıyor. Siz daha iyi biliyorsunuz. Sonuçta AKP onlara bir din algısı ile gidiyor. Tabi ki kadınların bir inancı var ve o inanca göre geleneksel biçimde yaşıyor. AKP ona gittiği zaman eğitimler veriyor. Kendi din algısına, yaşam biçimine, kadınlık annelik rolüne, aile içindeki görevine dair ona başka bir şey taşıyor. O kadınlar da o rollerle davranmaları gerektiğini düşünüyorlar. Kocasına karşı gelmiyor. Kocasına karşı güçleniyor ama her şeye rağmen ona meşruluğunu veren aile içerisindeki o kadınlık konumu…
Belki sınıfsal bir şeydir. Çünkü KADEM’i sevmeyen bir AK Parti kitlesi var. Bir yandan da emekçi sınıfında ailedeki kadını güçlendiriyor. KADEM’de de çalışan kendini gösteren bir kadın kitlesi var. İki ayrı kitle olarak da düşünebiliriz.
Evet olabilir. Benim tek merak ettiğim Ensar vakfı meselesiydi. Saha çalışmasını bitirmiştim o yüzden soramadım. Hakikaten ne düşünüyorlar çok merak ediyorum. İçerde nasıl tartışıldı? Çünkü benim için güçlenip güçlenmeme meselesi böylesi meselelerde açığa çıkan bir şey. Mesela 1990 Refah Hanım Kolları Komisyonunu bugün AKP kadın kollarından çok daha fazla sokağa çıkan, devlet şiddetiyle karşı karşıya kalan bir kadın hareketi gibi görüyorum. AKP kadın kolları Refah kadın kolları gibi radikal ya da sınırları aşan bir meşrulukta durmuyor. Hizbullah tarafından öldürülen Gonca Kuriş var mesela. Öyle bir kadın hareketi vardı. Bugün ise sınıfsal anlamda güçlenen kadınlar ama İslam coğrafyasındaki gibi, İslami feminist kadınlar gibi bir radikallik, eleştirellik var mı emin değilim.
Yaptığınız mülakatlarda parti tabanında partiye karşı otoriterlik eleştirisi var mıydı? Ya da en çok nereden itiraz geliyordu?
Cemaat çevresinde bulunmuş kişilerden ya da MHP’lilerden gördüğüm çok sık söylenen bir şey vardı: Kurunun yanında yaş da yandı. Tamam zor bir dönemden geçiyoruz ama bu operasyonları da abarttılar diye düşünüyorlardı. Bunu birçok insan söyledi. Ama biraz daha konuşunca bu geçici bir süreç deniliyordu. Bu süreç geçecek. Şu an haklıyı haksızı ayıramıyorlar ama zaman içerisinde ayrıştıracaklar deniyordu. Herkes sabırlı olsun gibi bir söylem vardı. Tabi ki birçok insan KHK mağduriyetinden bahsetti. AKP’ye oy vermiş cemaat kesimleri hakikaten çok öfkelilerdi. Ama direk AKP’yi destekleyen kesimlerden bahsedeceksek başkanlık sistemini savunuyorlardı. Şöyle deniyordu. Şimdi ihtiyacımız demokrasi mi? Hayır. Amerika’da, Avrupa’da demokrasi mi var? Bizim ihtiyacımız olan şu anda pragmatik bir yönetim. Suriye bakın parçalanmış bir durumda. Biz sevsek de sevmesek de başımızda bizi yöneten biri var deniyordu.
Yaptığın araştırmalarda AK Parti tabanında kentsel dönüşümle ilgili nasıl şeylere rastladın? Olumlu ya da olumsuz nasıl bakıyorlar?
Son zamanlardaki çalışmalarda görmedim ama kentsel dönüşümle ilgili mevzuyu daha önce Sanayi mahallesiyle ilgili çalışmamda çok net gördüm. O zaman daha 15 Temmuz, Gezi yaşanmamıştı. Orada en fazla konuşulan şeylerden biri kentsel dönüşümdü. İnsanlar ne olup biteceğini bilmiyorlardı. Sanayi Mahallesi’nde parça parça kentsel dönüşüm oluyordu. 2013 yılından bahsediyorum. Kadın kollarından bir kadın mahallede dolaşırken belediyenin yaptığı kentsel dönüşüm projelerini anlatıyordu. Partili kadınlar bunun propagandasını yapıyordu. Yani bir orta sınıf olma, orta sınıf mekanda yaşama tahayyülü vardı. Hatta belediye meclis üyeleri, Kağıthane ilçe yöneticilerinin kendisi, gençlik kolları ana kademe dahil bariz bir şekilde oradaki ticaret ve inşaat sermayesini oluşturan gruplardı. Bakıyorsunuz ilçe başkanı mühendis, kaç tane inşaat firması var. Gençlik kolları başkanıyla konuşuyorsunuz, emlakçı çıkıyor. Sürekli gayrı menkul satışı yapıyor. AKP kadrolarının kendisi hem kentsel dönüşümün yürütücülüğünü yapan sermaye grupları hem propagandası yapan kadrolar. Alt kademelerden bahsedeceksek eğer partiye oy veren belediyede, yukarıda bulunmayan kesimler şöyle yaklaşıyordu. Kentsel dönüşüme karşı çıkamayacağının farkındalardı. Zaten bu olacak ama bari partiden birkaç tanıdığım olsun diye düşünüyorlardı. Kentsel dönüşüm gerçekleştiğinde kot farkı, tapu gibi yasal mevzuatlarda belediyeden bir tanıdığım olursa kazançlı çıkarım diye bir dert vardı. Başka yerlerde doğrudan karşı çıkma durumu vardır ama Sanayi Mahallesinde belediyeyi direk karşılarına almaktansa ne olup biteceğini izleyen bir arayış vardı.