Özgürlük Teolojisinin İmkânları Üzerine (10) – Şia ve İmamet Mitolojisi (2)
BEDA, GAYBET, RİCAT VE VASİYET KAVRAMLARI
Bir önceki yazımızda İmamet mitolojisinin doğuşunu anlatmış ve bu konuda etkili olan iki şahıstan bahsetmiştik. Birisi Muhtar es Sekafi’ydi, diğeri Hz. Ali’nin oğullarından olan Muhammed Bin Hanefiyye’ydi, şöyle demiştik:
“Muhtar bütün bu mücadele tarihinde ordusunu iyi hazırlamak için iki tane önemli akidevi şey kullanmıştır. Bunlardan birisi beda düşüncesidir, diğeri ise mehdi, gaybet ve ricat düşüncesidir. Bu iki kavramı çok güzel kullanmış ve bu itikadi inançlar daha sonra yayılarak devam etmiştir. Bu konuda kendisinin İmam makamına oturttuğu kişi İbnü’l-Hanefiyye’dir.”
Beda düşüncesi şuydu; “İmam, yandaşlarına bir şeyi bildiriyor, dediği olunca, onu tasdik etmiş olurdu. Olmayınca “beda”yı savunuyordu. Muhtar, Beda’yı, nesihin (yürürlükten kaldırma) yanı sıra savundu. Haberlerde beda, şeriatta nesih. Yandaşları, şöyle düşünürdü: Allah emrettiği bazı hükümleri nesh ettiğine göre, haber verdiği bir şeyi değiştirmesini niye kabul etmeyelim?”
Aslında Yahudi şeriatında olan ve Hristiyan teolojisinde de mesihe karşılık gelen mehdi düşüncesini de, akidenin içine katmıştır ama bunu kendisinin üzerinden değil, Muhammed bin Hanefiyye üzerinden geliştirmiştir. ‘Mehdi’ düşüncesi, tam bir ideolojiyi, kendilerine yapılan zulmü engelleme gücüne sahip olmayan düşkünler ideolojisini içerir. Bu düşkünler, ‘zulümle dolduktan sonra, yeryüzünü adaletle doldurmak için’ Allah’ın gönderdiği bir kişi tarafından kurtarılmayı bekler.
Ricat düşüncesi ise tamamen mehdi düşüncesiyle paralel ve iç içe bir düşüncedir. Ricat, daha önce gerçekleştirilmeyeni gerçekleştirmek üzere Mehdi’nin dönüşüdür. Düştüğünde ölmez, sadece ‘kaybolur’, geri dönecektir. Ricat düşüncesi de, Yahudi mirası bir düşüncedir. Yahudiler, Enoha (Uhnuh) peygamberin göğe diri olarak yükseltildiğine inanırlar. Aynı şekilde Hristiyanlar da İsa’nın Mesih olarak göğe yükseltildiğine inanırlar.
Gaybet ise kayıp imam meselesidir, yine aynı mitoloji ile bağlantılıdır.
“‘Vasiyet’in içeriği olan ‘gizli ilim’ mirasçılığı mümkün biricik meşrulaştırma aracıdır. Kaldı ki vasiyet, yalnızca ‘manevi soy’ anlamına gelmez, bu soyla bağlantılı siyasi içeriğin şimdiden geçmişe intikali anlamına da gelir. Ali bin Ebu Talib, düşkün ve zayıfların sembolüydü. Ondan oğullarına, oğullarından öteki vasilere geçen ‘vasiyet’, yalnızca salt siyasi önderlik olarak imametin geçişi anlamına gelmez, bunun yanı sıra vasiyet, zayıfların, yoksulların ve düşkünlerin korunması anlamına da gelir.
Bu açıdan vasiyet, geçmişin gerçekleşmemiş emirlerinin, gerçekleşmesi ümidiyle şimdiye geçmişin anlatımıdır. Buradan da, Şia’nın bağlandığı ilke doğar. Vasiyet, imamların işlerinden biridir. İnsanlara, halef olacak kişiyi vasiyet etmeksizin bırakmak caiz değildir. O, yalnızca kendisinin imamı değildir, bunun, yanı sıra yoksulların emellerinin gerçekleşmesi için de vardır… Hayatında bunlardan birini gerçekleştirsin veya gerçekleştirmesin, imamet görevi, ‘emanet’i yerine getirecek kişiye verilmesini de zorunlu kılar. Bu açıdan vasiyet; başarısızlığı kabul etmeyişin bir anlatımıdır, sürekliliğin, vurgulanışıdır… Ancak süreklileşme, emellerin sürekliliğinde, beklentilerin, geçmişten şimdiye geçişi yeterli olmaz, ayrıca onları geleceğe taşımak da gerekir. Geçmiş ve şimdi, daima gelecek içindir. Böylelikle de, gelecekle ilgilenmek, vasiyet ideolojisinin bir parçası olur.”[1]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 360.
HANEFİYYE VE HÜSEYNİYYE ŞİALARI
“Muhammed bin Hanefiyye, h. 81’de ölünce, bazı Şia grupları, İbnü’l-Hanefiyye’nin ölümünü kabul ederek, “Bakır” olarak bilinen Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebu Talib’in çevresinde toplanmaya başladı. Bu gruplar, Bakır’ın kefen ve defin işini bizzat yaptığını ve İbnü’l-Hanefiyye’nin vasiyetini ona yazdığını belirtiyordu. İşte bu anda Keysan ve Muhtar’ın mirasına saygısını sürdüren Keysaniyye’nin başka grupları, bu saldırıyı reddetmeye başladı, Muhammed bin Hanefiyye’nin ölmediğini, insanlara öyle gösterildiğini, kendisini defnettiğini söyleyen yeğeni Bakır’ın torununa benzetildiğini savundu. Böyle çekişmelerde her zaman olduğu gibi, taraflardan birinin benimsediği her sav, öteki tarafı zıt yeni bir savı benimsemeye yöneltir. Böylece, Muhammed bin Hanefiyye yandaşları, onun ölmediğini, insanlara öyle gösterildiğini savununca o gün başlarında Bakır’ın bulunduğu Hüseyniye Şia’sından rakipleri, İbnü’l-Hanefiyye’nin imamete ehil olup olmadığını ortaya attı, imametin onun olmadığını Ali’nin yalnızca Fatıma’dan oğullarında, yani başkalarında değil, Hasan, Hüseyin ve onların soylarında olduğunu savundu. Bu imamet meselesinin “köktenci” ortaya atılışıyla, oğlu Ebu Haşim’in babası İbnü’l-Hanefiyye’den vasiyet iddiasını karşıladılar.
İbnü’l Hanefiyye’nin imametinin bu şekilde kökten reddedilişini karşılamak üzere Muhammed bin Hanefiyye yandaşları, karşıt bir sav ortaya attı. Bunun özü şuydu: Muhammed bin Hanefiyye mehdidir, yalnızca Ali bin Ebu Talib’in vasisidir, ehli beytinden kimsenin ona muhalefet etme ve imametini tanımama hakkı yoktur, kılıcını ancak onun izniyle çekebilir. Zaten Hasan bin Ali de İbnü’l-Hanefiyye’nin izniyle Muaviye’yle savaşa çıkmış, onun izniyle barış ve antlaşma yapmıştır. Hüseyin de Yezid’le savaşa yine onun izniyle çıkmıştır. Şayet onun izni olmasaydı, ikisi de yok olur ve sapıtırdı. Muhammed bin Hanefiyye’ye muhalefet eden kâfirdir, müşriktir. Muhammed, Muhtar bin Ebi Ubeyd’i göreve getirmiştir. Bunun da ötesinde, daha “köktenci” bir savı benimsediler. İmameti, babası Ali bin Ebu Talib’ten çıkarmadığını, bilakis Haşimoğullarının işi elinde olsun diye Allah’ın onu ezelden beri imam tayin ettiğini öne sürdüler. Bu savı desteklemek için, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Muhammed bin Hanefiyye’nin doğumunu haber verdiğini belirten bir hadis rivayet ettiler. Hz. Peygamberin, daha doğmadan önce ona “Mehdi” adını verdiğini savundular. Bu konuda Ali’nin de peygamberin izinden giderek, doğunca bu adı ona verdiğini söylediler. Daha da öteye giderek, Hz. Peygamber’in, Muhammed bin Hanefiyye’nin ölmeyeceğini, sadece gaib olup, sonra geri döneceğini bildirdiği savında bulundular. Bu savlardan varmak istedikleri sonuç, iki Mehdi’nin olamayacağıdır. Biri insanlar için hazır bulunuyorken, Muhammed bin Hanefiyye’nin sağlığındaki; öteki bundan sonraki mehdi. Bilakis mehdi tektir, ölmez, yalnızca gaib olur, o da İbnü’l Hanefiyye’dir.” [2]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 368-369.
Muhammed bin Hanefiyye yandaşlarında durum böyleyken ve sıkı sıkıya kendi akidelerini geliştirirken, diğer cephede yani Zeynel bin Abidin daha önce de söylediğimiz gibi hiç siyasete bulaşmamıştı. Yaşadığı travmaların elbette ki etkisi büyüktü. O kadar ibadet edermiş ki, adı ‘Seccad’a, yani devamlı secde edene çıkmış. Zeynel Abidin’in iki oğlu oluyor. Büyük olanı Muhammed Bakır, küçük olanı Zeyd bin Ali, bunlar siyasete karşı daha çok ilgi duyarlar. Küçük olan Zeyd bin Ali aslında Ehli Beyt’in tarihinde saltanata karşı ayaklanan ilk kişidir. Burada Hz. Hüseyin ve Kerbela vakasını saymıyorum, o olay daha çok göz göre göre şehitliğe doğru, Hüseyin’in yürümesidir.
Zeyd, Mutezile görüşünün kurucusu olan Vasıl Bin Ata’nın öğrencisiydi ve ondan ders almasından dolayı genel Şia bakışından farklı bir hilafet meselesine bakış açısı vardı. O, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerini efdal sayar ve uygun görürdü. Adaletli yönetim gösterdiklerini söylerdi.
“Onun imamet görüşü Şia çerçevesinde mitolojilerden tamamen uzak olarak; gerçekçi bir akılcılıkla belirginleşmiştir. Çünkü imameti Fatıma soyuna özgü kılmakla birlikte, Hasan ya da Hüseyin’in soyuyla sınırlandırmamış, ‘bilgili, cesur, cömert ve talep etmek üzere ortaya çıkmış her Fatıma soyundan gelenin’ hakkı olarak görmüştür. Böylelikle, ortaya çıkmayı, yani devrimi, imamete hak kazanmakta şart olarak belirlemiştir. Bu ilkeyle, Muhtar’ı, hareketini açıkça benimsemeksizin adına hareket ettiğinde serbest bırakan Muhammed bin Hanefiyye”nin ‘takiyye’ ilkesini reddediyordu. Kardeşi Bakır da Muhammed bin Hanefiyye gibi yapmıştır, bu düşünceyi geliştirmiştir.”[3]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 371.
Zeyd’in bu görüşleri, özellikle Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini uygun görmesi nedeniyle taraftarları onu yalnız bıraktı.
“Emevi halifesi Hişam bin Abdilmelik zamanında; Yusuf bin Ömer es-Sekafi’nin valiliği sırasında Kufe’de isyan ettiğinde yandaşlarının Ebu Bekir ve Ömer’ den teberri ettiklerini ve onları eleştirdiklerini öğrenince, onları bundan alı koydu. Zeyd’e kızdılar, onu reddettiler, bu yüzden ‘rafıza’ (redçiler) adını aldılar, Zeyd’i, onun ardından Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı reddettiler. Öyleyse Rafıza, bu üçünün hilafetini kabul etmeyenler ve peygamberden sonra imametin yalnızca Ali’nin hakkı olduğunu savunanlardır. Zaten bu, Zeydiye, dışındaki bütün Şia’nın görüşüdür. Zeyd, Emevilere karşı isyan etti. Yandaşlarının çoğu kendisini “reddedince”, Yusuf bin Ömer es Sekafi onu bozguna uğrattı. Yanında kalanlarla savaştı, sonunda öldürüldü.”[4]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 372.
Zeyd’in öldürülmesi ve sonrası çok hüzünlüdür. Hişam bin Abdülmelik, Zeyd öldürülüp, defnedildikten sonra mezarına geliyor. Önce mezarından çıkarıp, asıyor daha sonra ise yakarak küllerini havaya savuruyor. Bu şekilde hırsını ve öfkesini ancak bastırabiliyor.
İMAMETİN KURUMSALLAŞMASI
“Kardeşi Bakır’a gelince, başka bir görüşteydi: İmameti, dedesi Hüseyin’in soyuna özgü görüyordu, dolayısıyla babasından sonra imam kendisidir. Ancak, isyan etmeyi, imametin şartı olarak görmüyordu, bilakis “takiyye”yi benimsemişti ve ona bağlanmıştı. Bakır ve oğlu Cafer es, Sadık’ın uyguladığı şekliyle takiyye, imametten vazgeçme anlamına gelmiyordu, bilakis yalnızca hazırlık yapılıncaya ve fırsat gelinceye dek isyanın terkedilmesi anlamına geliyordu. Hazırlığı imamın bizzat kendisi ve doğrudan açık biçimde yapmaz, o takiyye durumundadır, yandaşlarından ona gidip gelenler ve adına hareket edenler yapar. Buradan da dikkat etmek gereken olgu doğar. Bu da guluv (aşırılık) düşüncesinin, Muhammed bin Hanefiyye’den, Bakır’a, oğlu Cafer es-Sadık’a, takiyye ilkesiyle hareket eden imamlar çevresinde doğmuş olmasıdır. Propagandacılar (duat), onun adına konuşuyordu, imam takiyye durumunda olduğundan, gaib gibidir, konuşmaz ve görünmez. Bu da alanı, onun hakkındaki guluv için, propagandacılarına açar. Gaib adına konuşmak, daima alanı ululaştırmaya, aşırılığa ve iddiaya açar.”[5]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 373.
İmam Bakır’ın geliştirmeye başladığı İmamet mitolojisi, Cafer-i Sadık’la beraber daha kurumsal bir hale gelmiştir. Kendisi Medine’de o dönem için neredeyse bugünkü anlamıyla bir üniversite kurmuştur. Tabiat ilimlerinden dini ilimlere kadar, ayrıca cifir, simya gibi işlerle de uğraşmışlardır. İmam-ı Azam’da onun talebelerinden biri olmuştur.
Peki bu imamet meselesinin aslı fesli nedir, nereden İslam dünyası içine girmiştir.
“Gerçekten de imamet ya da hilafet İslam tarihi tecrübesindeki en çetrefilli meseleyi teşkil etmektedir. Bu Sünni ve Şii alimlerinin hepsinin şahitliği ile sabittir. Mesela Sünniliğin ilkelerini ilk düzenleyen ve kendi adıyla anılan mezhebin kurucusu olan Ebu’l Hasan Eşari, Makalatu’l İslamiyyin ve ihtilafül-Musallin isimli eserine, ‘Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların ilk görüş ayrılığına düştükleri mesele, imamet meselesidir’ dediği bir mukaddime ile başlamaktadır. Eş’ari imamet tartışmasında tarafsız bir tarihçi gibi davranmaz, bilakis bu önemli meselede Ehli Sünnet vel Cemaatin hamisi gibi hareket etmektedir. Bu itibarla Eş’ari, imamet meselesinden bahseden ilk Sünni alimdir. O, Ehli sünnet vel cemaatin imamet meselesi karşısındaki tavrını, İmam Şafii’nin belirlediği şekliyle, dört kaynağa dayandırmaya çalışmaktadır. Eşari bazısı uzak bazısı yakın ifadelerle olmak üzere, bu dört kaynağın, İslam’da hilafet ve imametin seçimle olduğunu; Hz. Peygamber’in vefatından sonra kimseyi halife olarak vasiyet etmediğini, işi insanların istişaresine bıraktığını, sahabenin de bu seçim ve istişare metodunu takip ettiğini ortaya koyduğunu bir müçtehit gibi ispata çalışmaktadır.”[6]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 408.
“Şia’nın ise halen süre gelen bütünüyle muhalif bir tavrı vardır. Şöyle düşünmektedirler. ‘İmamet meselesi halkın ihtiyarıyla belirlenecek ve onların seçimine bırakılmış dünyevi genel bir maslahat değildir. İmamet esasla ilgili bir konudur ve dinin rükunlarındandır. Hz. Peygamberin onu ihmal etmesi veya unutması veya ümmetine havale etmesi veya muallakta bırakması mümkün değildir. Şia imamın nasla tayin ve tespitinde, nebi ve imamların büyük-küçük günahlardan masum oldukları düşüncesinde ittifak etmişlerdir. Temelde on iki gruptan ibaret olan İmamiyye ve İsmailiyye’nin teşkil ettiği Şia şöyle düşünmektedir. ‘İslam’da imamın tayin ve tespitinden daha önemli hiçbir mesele yoktur. Hz. Peygamberin ümmetinin halinden gönül hoşluğuyla bu dünyadan intihal etmesi buna bağlıdır. Çünkü o ihtilafları kaldırmak ve uzlaşmayı tesis etmek için gönderilmiştir. Hz. Peygamber, her birisi başkalarının muvafık olmadığı kendi görüş ve metodu doğrultusunda gitsin diye ümmetini başıboş bırakmaz. Bilakis müracaat edecekleri kendisine güvenilen ve ihtiyaç duyulan birisini tayin ve tespit etmesi şarttır. Nitekim Hz. Peygamber’de, çeşitli mahfillerde işaretlerle, bazı durumlarda açıkça Ali’yi imam olarak tayin etmiştir.”[7]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 409.
Şia Ali’nin, Peygamber tarafından vasi ve İmam tayin edilmesiyle ilgili birçok delil getirmiştir veya iddia etmiştir Bunların başında Gadiri-Hum meselesi gelir, orada şöyle dediği rivayet edilir. ‘Ben kimin velisi isem, Ali’de onun velisidir. Allah’ım onun dost olduğuna dost ol, düşman olduğuna düşman ol, ona yardım edene yardım et, ona ihanet edeni terk et! Ali nerede ise hak onunladır. Dikkat ediniz! Tebliğ ettim mi?’ Rivayete göre bunu üç defa tekrar etmiştir. Bir diğer örnek ise, İslam’ın henüz ilk zayıf devirlerinde, Hz. Peygamber sahabesine, ‘Malı üzerine bana biat edecek kimdir? diye sorduğunda, bir grup insan ona biat eder. Bu kez canı üzerine bana biat edecek kimdir? der. Canı üzerine bana biat edecek kimse, benim vasim ve benden sonra bu işte vekilimdir der. Sadece Müminlerin emiri Ali ona elini uzatır ve ona canı üzerine biat eder. Bütün bu örnekler üzerinden Şia, Ali’den başkasına İmamet görevi verilmediğine ve onun önüne hiç kimsenin geçirilmediğine dair deliller getirmeye çalışır.
Şia’da, ehlisünnet gibi, dayandığı iki akli kaynağa alternatif yapacak tarzda mezheplerini tesise çalışmak zorundaydılar. Bunlar da icma ve kıyastır. Bu çabaya girişen en önemli isimlerden birisi, Fatımilerin ilk dört halifesi sırasında yaşamış, İsmaili büyük fakih, Kadi bin Numan’dır. (ö.351 veya 363) Numan kadı olarak bu halifelerle çalışmış, Kahire’yi kuran ve Ezher’i inşa eden dördüncü halife Muiz li dinillah tarafından da Kadi’l Kudat ve dait-duat makamına terfi edilmiştir.
“Kadi Numan, önce imamet iddiasını, buna bağlı olarak da Şia’nın esaslarını temellendirme de İmam Şafii’nin Risalesinde başlamış olduğu ilkeden hareket eder. Bu ilke Kuran’ın insanlar için bir beyan olduğudur. Müslümanların dini işlerinde ihtiyaç duydukları her şey Kuran’da mevcuttur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur. ‘Bu kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.’ Nahl 89; Fakat o Kuran beyanını beşe taksim edip, sonra da Şafii gibi, pek çok ayet arasındaki irtibata dayanarak, dört temel kaynağı çıkarmak için bunlardan bir terkip yapmaz. Bunun yerine Kuran beyanını tasnifte tevil alanında Şii İmamet doktrinine bakış açısı için en fazla kabul gören bir ayete dayanmayı tercih etmiştir. Bu da ‘Ey iman edenler, Allah’a, resulüne ve sizden olan ulul emre itaat ediniz. (Nisa 59) ayetidir. Böylece Numan, ulul emri, imamlar olarak yorumlayarak beyanı üç kısım ile sınırlamıştır. Kitabın beyanı, (Allah’a itaat ediniz); Sünnetin beyanı (Resulüne itaat ediniz); ve imamların beyanı (sizden olan ulul emre itaat ediniz); Artık, ne icmaya ne kıyasa, ne de içtihada gerek vardır.
‘Allah’ın açıkladığı şeyler kitabı ile ortadadır, kullarına açıklanmıştır. Böylece onları başkalarının açıklamalarından müstağni kılmıştır. Hz. Peygamberin açıklamasına ihtiyaç olan şeyleri, onun zamanında Allah’ın emrettiği gibi, onun elçisine havale etmeleri gerekmektedir. Kendisinden sonra meselesi olanların, Allah’ın emrettiği gibi bunu hüküm sahibine/veliyyül emre havale etmeleri gerekmektedir. Böylece Hz. Peygamber ve ulul emrin açıklaması, Kitab’ın hükmüne dahil olmaktadır. Çünkü bizzat kitap bunu farz kılmış, bundan bahsetmiş ve buna işaret etmiştir. Bütün helaller, haramlar, hükümler, hikmetler farzlar ve kulların Allah’a olan bütün ibadet yükümlülükleri ortaya çıkmıştır.”[8]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 412.
“Ehlisünnet ‘ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız, sizi doğru yola ulaştırır.’ Hadisiyle sahabeye uymanın gerekliliğini dile getirirken, Kadı şu yaklaşımla onların görüşlerini reddeder: ‘Nasıl olur da her söylediklerinde, her yaptıklarında, her emrettikleri veya nehy ettikleri şeyde, bütün sahabeye uymak caiz olabilir. Halbuki biz Hz. Peygamberin ashabı olduklarını iddia eden insanların, onun vefatından sonra ihtilaf ve çekişmeye düştüklerini, birbirleriyle savaştıklarını ve birbirlerini öldürdüklerini görüyoruz’
Ona göre hadisin doğru anlamı şöyle olmalıdır. ‘Ashabım yıldızlar gibidir ile kastedilenler Ehli beyt imamlarıdır. Onlar doğru yolu isteyenlerin kendileriyle hidayete ulaştıkları önderlerdir.’ Sonra da bu iddiasına ayetten delil getirir. Allah’a, resulüne ve sizden olan ulul emre itaat ediniz.”[9]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 413.
Numan’ın düşüncesine göre, Hz. Peygamberden sonra cemaat adı ancak imama itaat etrafında birleşen, insanlara verilebilir. İmama itaatten ve hükmünden çıkanlara Müslüman cemaati denemez ve sayıları çok da olsa, farklı düşünen ve ihtilafta olan insanlar cemaat olamaz. Çünkü onlar şu konuda ortaklaşmış ve anlaşmış değillerdir. Sahabesini, kendi zamanındaki insanları düzene kavuşturan Hz. Peygamber olduğu gibi, Müslümanları bir nizama kavuşturan ve onları bir araya toplayanlarda sadece Allah tarafından tayin edilen imamlardır.
“Dini meselelerde aklın kullanılması geçersiz bir iştir. Çünkü İslam dinine uyanlardan akıl ve düşünceyi benimseyenler şunu ileri sürerler. ‘Allah’ın kitabında ve Resulünün sünnetinde bizim için varit olan emirde, ona uymamız ve akla başvurmamamız gerekir. Kitap ve sünnette olmayan şeylerde ise akıl ve düşünceyi kullanırız. Akıl ve fikir açısından doğru olmayan şeyleri ise terk ederiz. Kadı Numan’a göre bu iddiayı öne sürenler, iddialarının birinci bölümünde haklıdırlar, ikinci cümlelerinde ise hatalıdırlar. Onlar, Allah ve Resulüne itirazı terk, Kitap ve sünnetin getirdiklerine tam bir teslimiyetle tabi olmak gerektiğini söylerken haklıdırlar. Fakat kitap ve sünnette olmayan şeylerde ise aklı kullanırız ve delil kabul ederiz derlerken hatalıdırlar. Çünkü Allah ‘Biz kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik’ (Enam 38), ‘Bugün dininizi kemale erdirdim ve üzerinize olan nimetimi tamamladım’ (Maide 3) buyurmaktadır. O halde, Hz. Peygamberde ‘Uyunuz, bidat çıkarmayınız’ buyurmaktadır. O halde ortada, kitapta bir eksiklik değil, sadece insanların cehaleti bulunmaktadır. Dini meseleleri bilmeyen ise ilim erbabına başvurmakla mesuldür.”[10]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 414.
Tarihçiler, Hz. Ali ve kendisinden sonra gelen evlatları içinde oluşan Şiileşme hareketinin, dini bir boyut kazanması için siyasi çerçeveye taşımasının altıncı İmam, Cafer Sadık (ö.148 h)’ın zamanında olduğunda birleşmişlerdir. Cafer Sadık, Şii’lerin siyasi alandaki başarısızlığından sonra, alim ve filozofları etrafında toplayarak, onların Şii yaklaşımları, özellikle de imamet ilkesini incelemeye başlamalarıyla kültürel ve ideolojik egemenliği sağlama faaliyetine yönelmiştir. Bu bilginler aynı zamanda, rakipleri olan ehlisünnet, mutezile ve diğer kelamcıların görüşlerini çürütmeye giriştiler. Bazen bu gruplar Cafer Sadık’ın yönlendirmesi veya en azından onun koruması altında iş gören marjinal gruplardan katılımcılar olmaktaydı. Bunlardan bir grup oğlu Musa Kazım’a (on iki imam ekolünün yedinci imamı olacaktır) bağlı iken diğeri de, diğer oğlu İsmail’e bağlı idiler. İmam Cafer, imameti bu oğluna bırakacaktı. Fakat İsmail, daha babası hayatta iken öldüğü için Cafer, imameti oğlu Musa’ya bırakmıştır. Fakat İsmaililer yedinci imam olarak Muhammed b. İsmail’i kabul etmektedirler. Birinci grubun başında, filozof ve kelamcılığıyla bilinen Hişam bin el Hakem (ö.195 h) bulunmaktaydı. Hişam ve talabeleri pek çok eser vermişlerdir. Sınırlı bilgimize göre, bunların bir kısmı imamet, bir kısmı marifet, bir kısmı ise Şafii’nin Risalesinin çürütülmesi hakkındaki kitaplardır.
“Her ne kadar Şiiliğe şekil veren ve doktrini geliştiren ilk dönem düşünürlerin eserleri, metinleri ile bize ulaşmış olmasa da konunun özünü teşkil eden ‘marifet’in imamlara ait veya imamların bilgisini oluşturan şeyin ta kendisi olduğu açıktır. Burada marifet ile gnostik anlamıyla marifeti kast ediyorum. Dolayısı ile on iki imam irfani Şiiliği, birincil ve esas kaynaklarını Cafer Sadık ve oğlu Musa ile beraber çalışan Hişam ve talebelerinin yazdığı eserlerde bulmuştur. İmam Cafer’e ve babası Bakır’a izafe edilen irfani içerikli sözlerin büyük kısmının, bizzat bu Şii kelamcıların yaydığı sözler olduğu inkâr edilemez.”[11]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 418.
“İbn Nedim Hişam’ı ‘İmamet hakkında ilk konuşan Şii filozof ve kelamcı, Şii mezhep ve düşüncesini düzenleyen, kelam ilminde uzman diye niteler.’ İbn Hişam Deysanilerden açıkça etkilenmiştir. Deysaniler, Deysan’a veya Berdisan’a nispet edilen meşhur gnostik bir mezheptir. Üçüncü miladi asırda, Yeni Eflatunculuk, yeni Pisagorculuk ve geç dönem Stoacılığın karışımı bir irfani okuldur. Buna bağlı olarak Deysanilik, seçmeci felsefelerinin özünde hermetik düşünceyle birleşir. Bütün bunlara bizzat Cafer Sadık’ın hermetik mirası kullandığının bildiğini de ilave etmek gerekir. Cafer, simya ve esrar ilimlerini bilmekte idi. Cabir bin Hayyan’da, Cafer’e talebelik etmiştir.“[12]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 419.
Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Allah mahlukatını yaratmayı takdir ettiği, canlıları ortaya çıkarmak ve yaratıklarını ibda etmek istediği zaman, mahlukatını bir heba suretine koydu. Bu göğü dikmeden yeri de yuvarlak haline getirmeden öncedir. Allah melekutunun tekliği ve ceberrutunun tevhidi içinde idi. Nurundan bir nur çıkardı ve ışıldadı. Ziyasından bir tutam çıkardı ve yaydı. Sonra da Nur, bu gizli suretin ortasında toplandı. Bu da Hz. Peygamberimizin suretine uygun geldi. Allah şöyle buyurdu. Sen seçilen ve tercih edilensin. Nurum ve hidayet hazinelerim sana verilmiştir. Senin sebebinle engelleri düzenledim. Suyu hareketlendirdim, semayı yükselttim. Sevabı, azabı, cenneti, cehennemi, senin için yarattım. Sonra ehli beytini hidayetçi olarak tespit ettim. Onlara hiçbir gizli bilgiyi veya sırrı müşkül bırakmayacak ilmimden verdim. Onları yaratıklarıma hüccet kıldım, kudret ve vahdaniyetime dikkat çekenler yaptım. Sonra Allah, rububiyet, ihlas ve vahdaniyeti üzerine şahitliklerini aldı. İnsanların gözlerinin önünde onlardan alacağını aldıktan sonra, Hz. Muhammed ve ailesini hidayet için seçti. Adem’den, Mekkeli Ümmi peygamber Muhammed’e gelmiş bütün nebilerin nübüvvetleri bu nurdan çıkmıştır. Ondan sonra da bu nur, sonuncuları mehdi-i muntazar olan imamlara geçmiştir. O imamların sonuncusu, ümmetin kurtarıcısı ve nurun zirvesidir.’[13]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 421-423.
“Bütün bunlar İsmaililik ve On iki İmam Şii irfani metafiziğinin temel unsurları oldukları gibi, hermetik metafiziğin aşağıdaki unsurlarıyla da uyumludurlar. Müteal ilah, logos veya birinci akıl, heba, tabiat, semavi insan, anasır-ı erbaanın/dört unsurun zuhuru vs. Allah’ın peygamberin ehli beytine tahsis ettiği hidayet ise, hermesin müşahedesinde gördüğü şeylerden sonra, yerine getirmek için kendisine şart koştuğu ‘hidayeti’ hatırlatmaktadır. Bu bilgi sadece Hz. Peygamber’den tevarüs ettikleri ilimler üzerine değil, aynı zamandaki bu ondaki irfani yöndür. Sufi olsun, Şii olsun, İrfan mensuplarının Hakikati Muhammediyye ve Nur-ı Muhammedi diye ifade ettikleri şeye katılmak üzerine de kurulmaktadır.
…
Razi diye tanınan Hasan bin Abbas, Cafer-i Sadık’a şöyle yazmıştır. ‘Hürmetlerimi arz ederim. İmam, Resul, Nebi arasındaki farkın ne olduğunu bildirir misiniz? Cafer şu cevabı vermiştir. ‘Aralarındaki fark şudur; Resul kendisine Cebrail’in geldiği ve onu gören, onunla konuşan kimsedir. Resule vahiy nazil olur. Bazen İbrahim gibi rüyasında görür. Nebi ise bazen kelamı işitir, bazen meleği görür, fakat sesi işitmez. İmam ise kelamı işitir fakat Cebrail’i görmez.’
Şia’da velayetin anlamı İmamın nübüvvetidir. Bu da devamlıdır ve sona ermeyecektir. On ikinci imam olan gaip imamın zuhuruyla sona erer. Hz. Peygamberin gelmesiyle kapanan nübüvvet, risalet yani dar anlamda, ahkam ve farzların açıklamasından ibaret olan teşri nübüvvetidir. İlahi kelamı telakki etmek anlamındaki nübüvvet ise imamların şahsında daimidir.”[14]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 419-420.
İmamlar, Hz. Muhammed’den önce gelen Nebilerden üstün olmaktadırlar. Cafer Sadık şöyle söyler; ‘İmam bilmek istediğinde bilir. Süleyman Davut’a, Muhammed Süleyman’a varis oldu. Biz ise Muhammed’e varis olduk. Tevrat, İncil, Zebur’un bilgisi ve ruhlarda olan şeyin açıklaması bizdedir.’[15]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 424.
İSMAİLİLİĞİN İLK KURULUŞU
İsmaili ve diğer kaynaklar, İsmail’in babası Cafer’in sağlığında, vefat ettiğinde Meymun ve grubunun İsmail’in cemaatinin liderliğini yürüttüğünü söylemektedir. Bu da İsmaili fırkanın doğuşunu ifade eder. Meymun göz doktoruydu, geniş bir kültür sahibiydi ve İsmaili irfanın haklı olarak kurucusu kabul edilmektedir. H. 198’de vefat ettiğinde oğlu Abdullah, İsmaili daveti yaymak ve mezhebin misyonunu devam ettirmek için yerine geçti.
“İsmaili hareket İsmail’in vefatından sonra, bütün iddia ve ihtimalleri mümkün kılacak gizlilik devrine girmiştir. İsmaili tarihin bu kapalı fetret devrinde, üç gizli imamın fetreti vardır. Muhammed b. İsmail, oğlu Abdullah ve bu sonuncunun oğlu Ahmed. Meymun el Kuddah, oğlu Abdullah ve bu felsefe ile alakalı eserler ve kitaplar yazan mezhebin diğer mensuplarının öncülüğünde İsmaili doktrinin temelleri atılmıştır. Bu bağlamda İhvan-ı Safa risalelerinin bizzat bu devirde, yani Abdullah bin Muhammed ve oğlu Ahmed’in imameti devirlerinde yazıldığını zikretmek yeterlidir. İsmaili öğreti bütünüyle velayet ve nübüvvet etrafında merkezileşen dini bir felsefedir. İsmaililerin nübüvvet ve velayet hakkındaki nazariyelerini teşkil eden nakli çerçeve, on iki imam mezhebindeki delillerin aynısıdır. Ebu Yakub Sicistani, İsmaili mezhebin nübüvvet ve velayet nazariyelerini oluştururken analoji metoduna dayanmaktadır. Varlıkların farklılık ve üstünlüklerini gösterirken, cansızlar aleminden başlayarak, hayvan ve insan alemine geçtiğini görüyoruz. Buradan bir analoji ile varlıkta yönetici üstünlük ilkesine uygun olarak, insanlar arasında diğerlerinden üstün bir sınıfın bulunmasının zaruri olduğu neticesine ulaşmak ister. Bu sınıf da nebilerdir. Nübüvvetin bu akli ispatı, ona göre en üstün metoddur. Bu ispat ‘haşevi’nin inancından ibaret olan ve haber ve rivayetlere dayananın taklidi inancından farklı olduğu gibi, kelamcıların itikadı olan ve vehmi çıkarsamalarla inatlaşan taklitçinin inancından da farklıdır. Peygamber, bizi aklımızla bildiğimiz şeylere iletirken, akli bilgimizden dolayı da biz bunu kabul ederiz. Şu halde akıl iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak için bize Yaratıcının ilk elçisidir. Cismani peygamber ise bize gelen diğer elçidir. Peygamberleri dahili organların hayatiyetini tutan gıdalara, akıllarımızı da gıdalardan hayat bulan organlara benzettik. Bu benzemeyle, Yaratıcının, yaratıklarına gönderdiği ilk elçinin akıl olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Aklın tesirini kabul etmediğimiz sürece, cismani elçinin yani diğer elçinin eserlerini kabul etmemiz mümkün değildir. Nebilerin bize getirdiği şeylerle, akıllarımızın hükümlerini karşılaştırırsak ikisi arasında tam bir uyum ve benzerlik görürüz. Çünkü elçilerin bizi ilk davet ettiği şey, yaratıcının varlığına inanmaktır. Buna da ilk olarak aklımızın şahitlik ettiğini görmekteyiz. Şu halde akıl, Allah’ın varlığını ispatta bize gönderilen ilk elçidir. Cismani resul ise diğer elçidir.”[16]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 425-426.
“Aklın bu tezahürleri, Sicistani’ye göre dört tanedir. Bizdeki bir meleke olarak akıl; elçiye imanla tezahür eden akıl; Şeriatla elde ettiğimiz akıl; teville elde ettiğimiz akıl. Aklını birinci tarz ile sınırlayan felç olmuştur. Birinci ve ikinci tarzlar ile sınırlayan ise körlük ve delalettedir. Bu ikisine şeriatı da ilave eden, kendi gayretleriyle aklını kullanmış olsa da dördüncü mertebeye ulaşamaz. Teşbih ve sıkıntı içinde kalır. Buradan dördüncüye ulaşıp tevillere vakıf olursa, kopukluğu olmayan sağlam bir ipe tutunmuş olur. Bu insana, meleke ile hakim, elçinin getirdiği ile mütedeyyin; şeriatın Müslümanı ve tevilin mümini denir.”[17]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 427.
“Meleke halindeki akıl, benzetme yoluyla elçiler gönderilmesinin gerekli olduğuna işaret etmektedir. Elçi Allah’tan tenzili veya risaleti alır. Şeriatı getirir. Peki tevili kim yapacaktır. Bu kişi elçi Natık iken, samit/susan olan vasisidir. Natık olan irtihal ettiğinde ise samit olan sükutundan çıkar. İnsanlara hakikati açıklamak ve batınını açmak için tenzil’in tevil’ine başlar. Vasi’nin gaybetinden sonra ki, o aynı zamanda esastır. İmamlar tevil işini üstlenirler. Natık’ın devrini tamamlayan yedinci imama kadar, peş peşe imamlar gelir. Bunun için de İmam-ı Mütemmim/tamamlayan olarak isimlendirilmiştir. İsmaililere göre Muhammed’i devirde bu kişi, Muhammed b. İsmail’dir.
Nebi, kitabı Allah’tan vahiy olarak alırken, vasi tevilin gerçekliğini nereden almaktadır?
Bu sorunun cevabı, gök alemi ile beşeri alem arasındaki benzerliğe dayanılarak verilmektedir. Şöyle ki, vasinin nebi karşısındaki durumu Tali’nin (İkinci akıl: Nefsi Külli) ‘Sabık’ (Birinci akıl-Yaratıcı Tanrı/İlah-i Sani) karşısındaki durumu gibidir.”[18]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 427.
SONUÇ
İsmaillik olsun, İmamiye olsun, Şii irfaniliğinde akide, felsefe, tarih, siyaset gibi şeyler, imamın etrafında dönmektedir.
Dinlerin gelişmesi jeolojik bir tarzda gerçekleşir. Bu gelişmeye hükmeden genellikle öncekini silme değil, ‘yığılma’dır. Çünkü yeni bir inanç yapısının ortaya çıkarak önceki yapıyı tamamen silmesi gerçekten ender görülen bir durumdur. Olagelen ise bunun aksi olup eski, ya yeni içinde neredeyse tümüyle bilinçdışı bir şekilde üstü örtülü bir unsur olarak yaşamaya devam eder ya da eski ile yeni yan yana ve birlikte yaşar. Aralarında mantık bakımından uzlaşma olmaksızın, birbirleriyle mücadele ederek hayatiyetlerini devam ettirir. Ancak buna rağmen aynı dönemde değişik kimseler, hatta tek bir şahıs tarafından kabul görmeye devam ederler. İslam düşüncesi ender olarak üçüncü bir durumu da yaşamıştır. Yani yeni inancın, eski inançları tamamen sildiği yerler de olmuştur. Arap dini düşüncesinde görülen bu çeşitliliğin nedeni İslam’ın hakim olduğu coğrafyanın genişliği ve bu coğrafyadaki dini yapıların farklılığıdır.
“Helenist (Greko Romen) düşünce, temelde İskenderiye kökenli olmasına ve ilk tercümeler(Halid b. Yezid b. Muaviye’yle birlikte) İskenderiye’den başlamış olmasına ve yine Mısır’da erken dönemde kadim mirasın bazı uzantıları kendini açığa vurmuş olmasına rağmen Mısır’ın fethinin hemen sonrasındaki dönemde bu mirasın etkileri hayli zayıf olmuştur. Kadim miras -Hocalar ve kitaplar olarak- önce Antakya’ya, oradan Harran’a, oradan da Bağdat’a intikal etmiştir.
Dini rasyonel’in genel olarak Arap yarımadası, Kuzey Afrika ve Endülüs’te tek başına hakim olduğunu söyleyebiliriz. Mısır’daki etkinliğine gelince Fatımi hilafeti dönemine kadar burası içinde aynı şey geçerlidir. Ama Fatımiler, siyasi, dini ideolojileri bakımından diğer Şii ve Batıni fırkaları gibi kadim mirası temel almaktaydılar. Suriye Irak ve İran’da ise kadim miras, İslam’ın getirdiği yeni inançların bünyesinde hayatını sürdürmekteydi. Sonuçta kadim mirasın yeni İslami inançlarla karması yapılarak, tek bir kalıba sokulmaları mümkün oldu. Ortaya çıkan sentez; Şii düşüncesi ve onunla irtibatlı olan tasavvuf, İşrak felsefesi gibi Batıni akımlar ve bunlara bağlı yan fikri akımlardı.”[19]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s. 106.
Sonuç olarak 12 İmam Mitolojisi tarih içinde, İsmaililik karşısında, tıpkı sünniliğin ve Eşariliğin, Mutezile ve Felsefeciler karşısında olduğu gibi kurumsal bir hale gelmiştir. Daha akılcı olanlar maalesef siyaseten mağlup olmuşlardır.
Daha önceki konularda anlattığımız gibi tarihsel süreçler içerisinde siyasetin etkisi itikadi meseleleri etkilemiştir. İslam gittiği coğrafyada oradaki kadim dinlerden de etkilenerek bambaşka hallere girmeye başlamıştır. Bundan sonra bahis konusu olacak olan Mutezile, Eşarilik gibi kelamcılarda da, Sünni mezheplerde de, Felsefecilerde de hep bunu görmeye devam edeceğiz. Yani tarih, coğrafya ve siyaset birçok şeyde etkili olmuştur. Doğrusunu ancak Allah bilir.
Dipnotlar
↑1 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 360. |
---|---|
↑2 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 368-369. |
↑3 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 371. |
↑4 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 372. |
↑5 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s. 373. |
↑6 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 408. |
↑7 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 409. |
↑8 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 412. |
↑9 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 413. |
↑10 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 414. |
↑11 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 418. |
↑12 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 419. |
↑13 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 421-423. |
↑14 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 419-420. |
↑15 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 424. |
↑16 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 425-426. |
↑17, ↑18 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, s. 427. |
↑19 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s. 106. |