Alev Erkilet söyleşisinin ardından…
Alev hocayı daha önce Bayrampaşa Belediyesi gençlik merkezinde ve bir kaç panelde dinleme şansım olmuştu, bir iki kere de yüz yüze görüşme fırsatım oldu, çok fazla konuşamasak da. Bir çok yazısını ve söyleşisini okumuşluğum var. Ankara’daki arkadaşların kendisiyle yaptıkları sohbetin dökümünü okuyunca aklıma gelenleri paylaşmak istedim. Bu vesileyle Ankara’daki arkadaşlara da selam olsun, elleri dert görmesin.
“Çok-kültürlülük”, “çok-sınıflılık”
Öncelikle, Osmanlı mahallesinde gelir farklılığı çeşitliliği olması fikri güzel ve ilginç geldi. Osmanlı mahallesi denince sürekli vurgulanan ve bana kalırsa “mekan ve zaman” bağlamı tam olarak çözülemeyen, üstelik kimilerince yakın zamanda yaptığımız ahlaksızlıkların üstünü örtmek için kullanılan “çok kültürlülük” anlatısının ötesine geçilebilir buradan. Hoca zorunlu olarak bu durumu -anakronik olsa da- “çok sınıflılık” diye adlandırmış. Bence gerçekten görmezden gelinmiş veya benim kaçırmış olduğum bir fikir. Dolayısıyla mahalle sürekli bir imtihan ortamı, iman tazelenecek bir yer bu durumda. “Komşu” belli, herkesin yükümlülükleri belli, vs… Zorlama bir aynılaştırma yok, duvarlar yok. Zenginin zenginliği vicdanıyla ölçülür, fakirinki sabrıyla. O zamana ve mekana uygun, insan fıtratına da uygun. Şu koşullarda kapalı sitelere, soylu alanlara bakınca bize pek gerçek görünmediği için şüpheli yaklaşıyoruz sadece. İhtiyaçlar değil fazlalıklar belirliyor hayatımızı. Üstelik birikimi dağıtıp bizleri vasat topluma yaklaştıracak vakıf, kooperatif, şura gibi merkezi veya yerel teşkilatlanmalarımız da yok.
Soylulaştırma
Fakat “soylulaştırma” meselesinde, Alev hoca kendi anlattığı Osmanlı mahallesinin tam zıttı bir yolun yolcusu olan bu stratejiyi, mevcut ideolojik kullanım biçimini de pek sorgulamadan “nispeten zararsız” ilan ediyor;
“Bu süreç kentsel merkezlerin çöküntüleşmeye başlamasına neden olmuştu. Bunun hemen ardından soylulaştırma girişimleri ortaya çıktı. En bilinen örnek Mimar Cengiz Bektaş’ın Kuzguncuğa yerleşerek orayı bir cazibe merkezi haline getirmesidir. Onu önemseyenler ve sevenler yavaş yavaş oraya gelmeye başlar ve Kuzguncuk artık çökmeye yüz tutmuş bir mahalle olmaktan çıkar ve beyaz yakalıların, akademisyenlerin, meslek sahibi insanların oturduğu bir yer haline gelir. Buna biliyorsunuz soylulaştırma ya da gentirifikasyon denir. Bu da gene kısmen çok eleştirilse de görece daha masum görülmelidir. Çünkü o da rıza ile oluyor. Çünkü kimse zorla yerinden edilmiyor. Kaybedilen mekânların tekrardan kazanılması için çaba harcanıyor. Ankara’da bu örneğe benzer kale bölgesi ve Samanpazarı’nı konuşabiliriz. 2000’lere geldiğimizde farklı bir durum ile karşı karşıyayız.”
Kelimeler ve kelimelere yüklenen anlamlar ayrıştırması bana her zaman doğru gelmiyor; kelimeler açık seçik anlatımlardır aslında, fakat illa ki bunları değiştirip gerçeği biraz makyajlamak çok sık rastlanan bir durum. Bunu anlamak için mutlaka Foucault okumaya gerek olmayan bir dönemdeyiz. “Burada şunu yazmış, aslında şu manaya geliyor” anlayışı, yani bir nevi söylem analizi, arada bir uğramak zorunda olduğumuz bir durak gibi. Söz konusu “soylulaştırma” olunca üstelik.
Alev hocanın da ifade ettiği gibi, “soylulaştırma” genel olarak eleştirilen bir durum. Hoca konuştuğu arkadaşların niyetlerini bildiğinden, bu stratejiye yapılan eleştiriler de çok yaygın olduğundan olsa gerek, “politik doğruculuk” yapmadan meseleyi özetlemek için bu şekilde ifade etmiş. Ben yine de buradaki kapalı olan yerlerin tartışılması ve açılması taraftarıyım. Yapılan eleştirilerin isabetsizliği eleştiri kalabalığı yaratır, bir yerden sonra bu eleştirilere itibar edilmemeye başlanır. Bunun olmaması için iyice didiklenmesi lazım meselenin. Günümüzdeki kentleşmeyi eleştireceksek, bu sürecin aktörlerinden başlamak gerekir. “Şehir plancıları”, an itibariyle bu sürecin aktörleri değildirler.
Soyluluk-Rıza
Değişim değerini kaybeden kentsel bir alanın bu değeri tekrar kazanması için, bu mahalleyi çekici kılabilecek şeyler tasarlanır, planlanır. Bu süreç tesadüfen de gelişebilir. Örneğin bir mahallenin konumu veya taşıdığı “tarihi-nostaljik potansiyel” dolayısıyla mahalleye ünlüler, akademisyenler, turistler, öğrenciler, bürokratlar taşınmaya başlarsa, yavaş yavaş bu mahallenin çehresi değişir. Kiralar artmaya başlar. Bazen Cezayir Sokağı’nda –soylu hali Fransız sokağı şimdi-, Cihangir’de, Galata’da, Tophane’de olduğu gibi daha planlı bir şekilde olur. Bu süreçlerde daire/apartman sahipleri kazançlı çıkabilirler. Sulukule’deki, Tarlabaşı’ndaki gibi –tam olarak soylulaştırma denemeyecek- durumlarda ev sahipleri de başarılı olamaz. Süreç sonunda, ne mahalleye taşınanlar daha soyludur, ne de uzaklaştırılanlar haşa soysuz. Bu sürecin adı budur ama; soylulaştırma.
Bu bölgelerden uzaklaştırılanlar jandarmayla polisle değil, kendiliğinden buradan uzaklaşırlar. Hoca “rıza” demiş ama işte kapitalizmde, liberalizmin taşıdığı gibi saklı hinlikler var. Kiralar o alanda yükseldiği için oradan uzaklaşmak zorunda kalan bir insan oradan uzaklaşırken “rıza” göstermiyordur. Sadece uzaklaşmak zorundadır yoksa yaşayamayacaktır. Daha da uzaklaşmazsa bir iki sene içinde atılır, orada “rıza” zora döner. Kapitalizmde rızayla olacak dönüşüm, ancak o mahallede yaşayanların, o mahallenin rant sonrasında aldığı değişim değerini aralarında paylaşmalarıyla mümkün olabilir. Proje-plan yapanlar, şirketler vs… kapitalizm içi sayılacak bu paylaşımı dahi istemediklerinden “soylulaştırma” diye orta-uzun vadeli bir dönüşüm stratejisi önermektedirler. Kiralar o alanda yükseldiği için oradan uzaklaşmak zorunda kalan bir insan oradan uzaklaşırken “rıza” göstermiyordur. Sadece uzaklaşmak zorundadır yoksa yaşayamayacaktır.
Başta da söylediğim gibi, hocanın “çok da kötü değil” diye ifade ettiği bu strateji bizzat hocanın kendi açıkladığı “Osmanlı mahallesi” tablosuna –belki çok kültürlülüğe olmasa da- karşıdır, kapalı siteci bir anlayıştır. Bense, şahsen bunun antitezi olan gettoculuğu geçici bir süre kabul edebileceğimizi düşünüyorum bazen.
Modern Şehircilik
Günümüzdeki kentleşmeyi eleştireceksek, bu sürecin aktörlerinden başlamak gerekir. “Şehir plancıları”, an itibariyle bu sürecin aktörleri değildirler. İnternetteki teşhir etme kampanyasında gördüğümüz hocalar, istisnadırlar. Bir çoğu bilirkişi raporlarında yapılan kentsel yatırımlara itiraz etmektedirler. Bu sürecin aktörleri, şehircilik gibi uzun vadede kalkınma sağlayabilecek, sürdürülebilirlik olanağına kapı aralayacak bir stratejiyi değil, kısa zamanda bol para kazandıracak teknik inşaat stratejilerini seçmekteler. İktidar, modern devletin kullandığı, kapalı kapılar ardında buluşup karar veren, uçaktan şehir çizen toplum mühendisi “modern şehircilik” anlayışına özenmiş olmakla beraber, bunu dahi tam olarak beceremiyor ve işi kaba müteahhitliğe, ihalelere vs… açmış durumda. “Modern şehircilik” ileri kapitalizmin kentleşme aracı değildir. Kalkınmacı, sosyal-demokrat bir kapitalizmin kentleşme aracı olabilir ama.
“Modern şehircilik” eleştirilir tabi ki. Yukarıdaki paragraf benim planlama tutkumdan veya plancı sevgimden kaynaklanmıyor asla. Eleştiriler hedef saptırıyor gibi göründüğü için bunları söyleme ihtiyacındayım. Günümüzün baş kentleşme aktörü TOKİ, “modern şehircilik” ürünü değil, büyük ölçekli bir müteahhitleşme ürünüdür. Yap-sat modelinin kamusal alanlarda daha geniş arazilerde daha fazla nüfusu kapsayacak şekilde uygulanmasıdır. Yani üç alternatif söz konusu; 1. Mevcut planlama anlayışı (bunu eleştirmek gerekiyor), 2. Modern Şehircilik (Alev hocanın, Süleyman Seyfi Öğün’ün ve benim de eleştirdiğim, klasik planlama. Fakat şu anda bunu eleştirince pek bir yere varamıyoruz, iki yazıda da bunu anlatmaya çalışıyorum), 3. Olması gereken (katılımcı planlama, müşterekler, vakıf kurumları, mahalle kooperatifleri, vs…). Bence, asıl olması gereken mahallenin alınan kararlarda söz sahibi olması zaten. Ufak bir kaç örnek ve bu örnekler arasında yakalanacak bir eşgüdüm fikri, bu puslu havada sadece bir kılavuz.
Bu ufak şerh dışında zaten Alev hoca ile aynı yolun yolcusu olduğumuzu, nice yolları da inşallah beraber yürümeyi düşündüğümüzü eklemeyi unutmayayım.
Son olarak, panel sonunda “ne yapmalı?” kaçınılmaz sorusunu soran Altındağ’lı arkadaşıma naçizane bir tavsiye; http://kentteadaletblog.wordpress.com/ sitesine girip bir göz atmakta fayda var. Bu arkadaşlar mümkün mertebe avukat ve plancı desteğiyle mahallelerin söz sahibi olmasına uğraşıyorlar. Onlara meramınızı anlatabilirseniz en azından kendi mahallenizde ne yapabileceğinize dair bir özet dinleme imkanı bulursunuz.
derli toplu, güzel bir değerlendirme olmuş ama gettoculuğu niçin tercih ettiğin anlaşılmıyor, zira gettoculuk diyince kendiliğinden oluşan kimlikli bir mahalleden çok nasılını çözemediğimiz biraradalığımızı ‘herkes kendi çöplüğüne’ diyip yabana atmak demek.
neden gettoculuğu tercih ettiğimi açıklamadım, tercih etmiyorum zaten. hem “geçici” demişim hem de “bazen” demişim. senin söylediğine benzer düşündüğüm için.
işçi ve işverenler hak olarak nerede eşittir? Kağıt üzerinde, batı demokrasilerinde böyledir. kağıt üzerinde eşittirler. işte bu eşitlik zulümdür, çünkü gerçek değildir. gücün bariz bir şekilde eşitsiz olduğu bu tip durumlarda batıda olduğu gibi “iki tarafı” eşitmişcesine, tarafsızcasına desteklemek, güçlüyü desteklemek manasına gelir. tabakoğlu hocamız bunu güzel bir şekilde açıklıyor.
güçlüyü değil de güçsüzü destekleyince, varsın kapalı sitede kalmak isteyenler orada kalsın. oradan çıkmak isteyenlerle ilgilenirim, eğer onlara zaman kalırsa. geçici bir gettolaşma olursa da arada, varsın olsun. çeşit olsun diye var yemezleri, kul hakkına girdiğini bildiklerimizi safa almak zorunda değiliz. he işte onları almayınca getto oluyorsa, olsun.