Küresel Kriz, Güney Amerika Yerlileri ve Mustafa Kutlu
“Küresel bir ekolojik ve sosyal krizin eşiğindeyiz… Gezegenimizin doğal, sosyal ve ekonomik sistemlerinin altüst edici bir değişimin, bir küresel krizin eşiğinde olduğuna dair güçlü kanıtlar var. Bu dönüşümün, doğanın dengesi ve döngüleri üzerinde hayli yıkıcı ve görülmedik şiddette sonuçlar yaratacağı ihtimali her geçen gün artmakta. İnsanlık, yürüdüğü yolu değiştirmedikçe bu ihtimal artmaya devam edecek. Eğer bu sorunları icabına bakmazsak, sorunlar bizim icabımıza bakacak. Eşiğinde durduğumuz bu küresel krizin, tecrübe ettiğimiz bu aciliyetin kökenleri hızla ilerleyen ve birbirini besleyen bir dizi eğilimde saklı. Bu eğilimler şunlardır:
(1) İklim değişikliği (2) Gezegenin (canlı hayatı dahil olmak üzere) doğal kaynaklarının yok olması (3) Su krizi (4) Gıda üretimindeki kriz (5) Ucuz enerjinin bitmesi (6) Dünya finansal krizi (7) Zaman krizi (…)
Eğer durdurulamazlar ise bu tehlikeli eğilimlerin bir kombinasyonu, küresel ölçekli bir ekolojik ve sosyal çöküşe sebep olacak. Böylesi bir çöküş, küresel toplumun temel ekonomik ve yaşamsal işleyişini engelleyecek, insanın, diğer canlıların ve hatta gezegenin yaşamını yok edecek ya da temelden dönüştürecektir. Pek çok kişi bu sona giden eşiklerin daha şimdiden aşıldığını ve bu yıkımın kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Bu yıkım tüm insanlığı vuracak ama ilk sonuçlarını hem de en sert şekilde yoksullaştırılmış ülkeler yaşayacak. Eğer bu küresel krizi durduracak bir şey yapmazsak hepimiz yok olacağız. Ve para bizi kurtaramayacak. (…)
Doğa ana iyi uyum içinde bir ekonominin yeniden inşası için aşağıdaki basit ilkeleri öneriyoruz. (1) İnsanlığın doğa ananın taşıma kapasitesinin sınırlarına geri dönmesi, temel enerji kaynağı olarak güneş enerjisine dayanılması. (2) Tüm maddi döngülerin kapatılması ve malların çok uzak mesafelere taşınmaması. (3) Çeşitli türler arasındaki dengelere saygı duyulması. Yaşam için gereken zamanı bulmak, tıpkı bitkileri ve meyveleri yetiştirip beslediğimiz gibi doğa anayı da büyütmek, diriltmek ve beslemek için, döngüsel zamanla uyum içinde daha yavaş yaşayacağımız, doğanın tüm varlıkları ile kişisel ilişkilerimizi geliştirecek zamanı bulabileceğimiz bir hız kesme dönemine girmeliyiz.”
Kısaltarak çevirdiğimiz bu sözler Güney Amerika’nın Ant dağları bölgesinde yaşan yerlilerin kurmuş olduğu yüzlerce derneğin çatı organizasyonunun kaleme almış olduğu “Küresel Krize bir Cevap: İyi Yaşam” isimli kitaptan.[1] “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda” diye ilerleyen, Şef Seattle’ın 19. yüzyılın ortalarında söylediği sözü hepimiz biliriz. İşte yukarıdaki sözler, rahmetliden bir buçuk asır sonra, yani Seattle’ın öngörüsünün artık bir tür aciliyet haline geldiği zamanlarda kendisinin uzaktan torunları tarafından kaleme alınmış.
Çok mu radikal? Belki de öyle, belki de değil. Onu biraz da zaman gösterecek. İnsanlığın bu önerileri bir tür radikalizm değil bir tür zorunluluk olarak hayata geçirmek durumunda kalması içten bile değil. Her halükarda dünyanın hatırı sayılır bir mevcudu bu yola baş koymuş, bu yolu yürüyor ve hepimize hem de çok kıymetli bir şey söylüyor. İnsanlık inşallah çözüme yürüyecek ise popüler çözümler muhtemelen bugün içinde yaşadığımız siyah ile yerlilerin işaret ettiği beyaz arasındaki gri tonlarında bir yerlerde olacaktır. Beyazımız olsun ki içinde yaşadığımız halin ne kadar karanlık olduğunu anlayabilelim.
Dünyanın bambaşka bir köşesinde ancak son derece ortak hissiyatlarla dün kaleme alınan bir yazı bana zaten aklımda olan bu paylaşımı yapma şevkini verdi. Mekanlar, zamanlar, dinler farklı ama tecrübeler, hissiyatlar, kaygılar ortak. Zira ikisi de insanlığın kadim tecrübesinden, ahlakından ve dininden kaynağını alıyor.
Mustafa Kutlu, İstanbul’un dünya lüks tüketiminin başkentlerinden biri haline gelmesi üzerine yazmış. Hepimize geçmiş olsun. Kutlu’nun elleri dert görmesin. Aşağıda paylaşıyoruz.
Aynı frekansta bir başka güzel ve taze bir yazı için Lütfi Bergen’in şu yazısına da bakmak şart. Bergen’in kırsala dönüş çağrısı Güney Amerika yerlilerinin çağrısı ile birlikte düşünüldüğünde bana daha bir anlamlı göründü.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/MustafaKutlu/bizi-luks-batiracak/51345
BİZİ LÜKS BATIRACAK
Mustafa Kutlu
16 Nisan 2014
‘Lüks’ ne imiş önce ona bakalım.
Lügat şöyle diyor: ‘Aşırı gösteriş, şatafat’.
Bir kere inancımız ve geleneğimize göre ‘gösteriş’ zaten makbul bir şey değildir, temelinde ‘kibir’ vardır. Lüks bunun aşırısı oluyor, varın siz mânalandırın.
Bitmedi.
Lügatin verdiği anlamla devam ediyoruz: ‘Gereksiz masraf. İsrafla belirlenen gösterişli yaşam tarzı’.
İş iyice anlaşılıyor. Şöyle ki ‘lüks’ esasen ‘gereksiz’ bir şeydir. Peki onu çekici kılan nedir? Elbetteki pis nefis.
Dinimizin yasakladığı bir şeydir ‘israf’. Lügat diyor ki lüks ‘israfla belirlenen gösterişli yaşam tarzı’.
Yani lüksü doğuran ‘israf’tır.
Müslüman’a düşen lükse kaşı çıkmaktır.
Buna itiraz eden var mı, israfı savunan var mı?
Ha şunu söyleyenler olur. Lüks’ün hududu nedir? Neyi lüks sayacağız?
O kadar da karanlık bir mesele değil. Bir cevap: İki kişisiniz. Bir karı bir koca. İki katlı, sekiz on odası olan, havuzlu bir villa nedir? Lükstür. Eğer bu ülkede insanların kahir ekseriyeti başını sokacak bir konut bulamıyorsa; sizin şu villa lükstür.
Bir geline bir düğünde zavallı kızın taşıyamayacağı kadar altın takmak (on-on beş kilo) hem görgüsüzlük hem lükstür.
Hakkında üç beş yazı yazdığım büyük otellerin ‘açık büfe’si lükstür. Yahu insaf. İki yüz çeşit yemek, tatlı, salata vb. Elbette tümü tüketilemiyor. Artanı ne yapıyorsunuz? Otel sahibi gururla dikiliyor: ‘Biz israf etmiyoruz, artanını fakirlere dağıtıyoruz’. İçimden herifin suratını dağıtmak geçiyor. Ulan özrün kabahatinden büyük. Fakir fukara dediğin insan değil mi? Ona layık gördüğün senin yemek artıkların mı?
6 Nisan 2014 tarihli Star gazetesinden bir haber: ‘İstanbul lüks harcamalarda Paris’ten daha fazla büyüdü’. Şimdi bu sevinilecek bir durum mu, yoksa Müslümanı üzecek bir şey mi?
Paris’i sollayan İstanbul artış sıralamasında 500 ülke arasında 10’uncu olmuş. Vay halimize (Bana göre).
Mahkeme-i Kübra’da bunun hesabını nasıl vereceğiz.
Haber şöyle devam ediyor:
‘The Boston Consulting Group (BCG), dünyada lüks tüketimin değişen dinamiklerini araştırdı ve buna göre İstanbul lüks tüketim harcamaları büyümesinde Paris’i geçti. BCG’nin ‘Lüks Tüketimin Değişen Dinamikleri’ raporuna göre, dünyada yıllık lüks tüketim harcaması 1.8 trilyon doların üzerine çıkarken, İstanbul lüksün yeni merkezlerinden biri olarak göze çarpıyor. Rapora göre Türkiye, özellikle İstanbul, global lüks tüketiminde ön plana çıkan merkezlerden biri haline gelmiş durumda. İstanbul, lüks tüketimdeki büyüme potansiyeli sıralamasında dünyada 10. sırada yer alıyor.
Lüks tüketiminin en büyük kısmını 1 trilyon dolarla lüks deneyimler (tatil, yemek, sanat, teknoloji vs.) oluşturuyor. Lüks otomobiller 440 milyar dolarla ikinci büyük kategori olurken, kıyafet, mücevher gibi kişisel harcamalar yaklaşık 390 milyar dolarla üçüncü en önemli kategori olarak yer alıyor.’
Bana göre ‘kalkınma, büyüme, ilerleme’ nefsin emirlerine uymaktır ve bu işin sonu yoktur. Elbette zelil olalım, şuna buna el açalım demiyorum. Yukarıdaki üç kavramın kararını tutturmak lazım.
Kitabımız bize ‘Hududullah’ın kırmızı çizgilerini göstermiştir. Zengin de olsan tevazu içinde yaşayacaksın; servetini İslâm için harcayacaksın. Tıpkı Hz. Ebubekir gibi.
Şu günlerde ‘İslâm İktisadı’ ile ilgili akademisyenlerin, hocaların katılacağı bir toplantı olacakmış.
Onlara öteden beri bir teklifim var. Hem kendimize hem dünyaya İslâm’ın emri olan ‘Kanaat Ekonomisi’ni önerebiliriz. Ben bir hikâyeci olarak bunun altını dolduramam. İktisatçılar ise hiç oralı değil. (Mustafa Özel hariç).
Umarım şu ‘lüks’ haberi ve şu yazı bir çıkış noktası olur.
[1] İspanyolca metnin orijinal ismi “Vivir Bien como Respuesta a la Crisis Global”. 2009’da yayınlanan metni Güney Amerika’da 2000’lerin başından itibaren hayli görünürlük kazanan, güçlenen, hatta Bolivya’da başka sosyal hareketlerle ittifak kurmak suretiyle iktidara gelen yerli hareketlerinin çatı örgütü niteliğindeki “Yerli Örgütleri And Koordinasyonu” kaleme almış. Metinden Leonardo E. Figueroa-Helland sayesinde haberdar oldum ve onun İngilizceye çevirdiği kimi parçalardan kısa bir bölümü Türkçeye çevirdim. İnternette pek çok farklı sitede bulunabilen metne şu adresten ulaşılabilir: <http://www.un.org/esa/socdev/unpfii/documents/Presentation%20by%20Govt%20of%20Bolivia%20(Spanish).pdf>
Bu gerçekten önemli bir mesele, tamam kapitalizme karşı yapısal değişimler çok önemli ama insan olarak nefsimize dair bir değişim yaşamadan hayra doğru gitmek çok da mümkün değil gibi.
Özgür üniversite bu meseleyi dert edinen iki kitap basmıştı, saolsun Fikret hoca tavsiye etmişti ama hala okumak nasip olmadı bu vesileyle bakılabilir tekrardan.http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=579030
http://www.idefix.com/kitap/sefaletin-yoksullugu-kovdugu-bir-dunya-macit-rahnema/tanim.asp?sid=S2IGM8JBWY3YR8QX0NUV
Hasan Köse hoca da şöyle demiş, şimdi tekrar üzerinden geçerken fark ettim:
“Benim dedem Halveti idi. Ormana giderken baltanın ağzını sarar, sepetin içine koyar öyle giderdi. Bir gün ‘Hayırdır baltan korkuyor mu’ diye sordum. Kafama şaplak vurdu. ‘Ağaçların sizi görmediğini mi sanıyorsunuz. Sizi hissederler. Onları yaratan siz misiniz? Hangi ağacı keseceksen onun önüne kadar baltanı açamazsın, edebini koruyacaksın’ dedi.
Hayvanı bile kesmeden önce bıçağı gizliyorlar ya, yaklaşırken gözünü bağlıyorlar, böyle bir damar var, gelenek var. Daha ötesini söyleyeyim. Ben yaylada doğdum büyüdüm. Ninemler yaylaya geldiklerinde yaylaya selam verirlerdi, göçerken de her çeşmeden helallik isterlerdi, eyvallah derlerdi, yayladan öyle ayrılırdık.”
http://www.emekveadalet.org/arsivler/12777