Cihan Tuğal: “Türkiye’de milliyetçi olmayan yerli bir sol kurulması zorunlu”
Cihan Tuğal Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra, Michigan Üniversitesi’nde doktora eğitimi aldı. Tezini, İslamcı hareketin halk kesimleriyle ilişkisi üzerine yazdı. Northwestern Üniversitesi’nde İslam ve Ortadoğu üzerine dersler verdi. Halen Kaliforniya Üniversitesi Sosyoloji bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyor.
» Dindarlar solu nasıl algılıyor, sola mesafe alışlarının nedenleri nelerdir?
Dindar Müslümanların solu algılayışının birçok boyutu, sola mesafe alışının birçok nedeni var. Bunlardan bazıları dinle irtibatlı, diğerleri ise ya muhafazakârlıkla ya da Türkiyelilerin genel “sol” algılayışıyla. Tek boyutlu ve tamamen Müslümanlara özgü bir sol algısından bahsedemeyiz. Dindarların sola neden bu kadar soğuk baktığını anlamak istiyorsak, dini olan nedenleri olmayanlardan dikkatlice ayrıştırmalıyız. Aşağıda, kimi tamamen dini olan, kimi dinle alakası olmayan, kimi de din ile diğer faktörleri harmanlayan bazı nedenlerden bahsedeceğim. Sonra da solcuların bu sorunlarla uğraşmak için neler yapabileceğine kısaca değineceğim.
Dindar Müslümanlar her şeyden önce, solcuları dinsiz olarak, hatta dine karşı en büyük tehdit olarak görüyor. Özellikle daha dindar kesimlerde, sol-sağ ayrımı, siyaset ve ekonomik programlar üzerinden değil, din ve dinin yokluğu üzerinden algılanıyor. topluma buradan bakıldığında, ekonomik ve siyasi farklılıklar, tamamen dine bağlı olmanın ya da olmamanın bir türevi. Sağcılık, dini topluma hâkim kılmak, solculuk ise toplumu ve siyaseti dinden arındırmak olarak anlaşılıyor. Dindarların algı dünyasındaki sol, adil olmayan ekonomik uygulamaları ve demokrasinin kısıtlanmasını savunuyor. Zira bu bakışa göre, demokrasi yürürlüğe konsa ve dindarlar serbest bırakılsa, toplum mutlaka dine dönecektir ve sol böyle bir gelişmeyi engellemeye kararlıdır.
İkinci olarak, Müslümanlar solu yerli değil, yabancı, hatta dış mihrak olarak görüyor. Bu noktada, İslami bir tepkiden ziyade, milliyetçi-muhafazakâr bir tepkinin varlığından bahsedebiliriz. Bu tepkinin kökleri kısmen Soğuk Savaş’ta elbette. Sol, Türkiye üzerindeki “Rus oyunları”nın bir parçası olarak görülmüş hep. Şu anda ise, bazı sol çevrelerin siyasi vurgusunun kamulaştırmadan liberalleşmeye kaymasıyla, sol Sovyet uzantısıdan ziyade, AB ya da ABD uzantısı olarak görülmeye başlanmış.
Bunlara ek olarak, aslında Müslümanların sol hakkında malumat sahibi olduklarını söylemek gayet zor. Kitle düzeyinde bilgi, daha çok efsanelerle sınırlı. Siyasal etki alanından daha çok medyatik üne kavuşmuş falanca sosyalist önderin aslında lüks bir yaşam sürüyor olması, vb gibi, çok dayanağı olmayan bir yığın enformasyon. Bu kanaatler de, daha çok Aydınlıkçılar ve bir iki silahlı grup ile sınırlı. Bunlar dışındaki çizgiler tanınmıyor. Dolayısıyla dindarlar, solcu bir grup hakkında ne biliyorlarsa, bunu bütün sola genelliyorlar.
Dindar Müslümanlar arasındaki başka bir kanı da, solcuların fazlasıyla elitist oldukları. Halkın kendi ifadeleriyle konuşacak olursak, solcuların kendini çok beğendiği, kendini çok kastığı, doğal olmadığı, sahip olduğundan daha fazla bilgiye hâkimmiş gibi görünmeye çalıştığı, anlaşılmaz bir dil konuştuğu düşünülüyor. Burada da dini bir tepkiden çok, anti-elitist bir tepki var. Dindarlar, sol ile kültürel elitin ayrımının farkında değil. Kültürel elitin her mensubunu solcu, her solcu önderi kültürel elitin bir üyesi olarak görüyorlar.
Türk milliyetçiliği, Osmanlıcılık, radikal İslamcılık, entellektüeller arasında birbirinden ayrıştırılmış ideolojiler olsa da, dindar halk düzeyinde bunlar birbiriyle karışık halde tezahür ediyor. Dindarların büyük kısmı, Osmanlı’nın çevre bölgeler üzerinde kurduğu hâkimiyetin yeniden canlandırılmasını, neredeyse İslam dininin bir gereği olarak görüyor. Çoğuna göre bu, Müslümanların gayrimüslimler, Sünnilerin diğer mezhepler, Türklerin Türk olmayanlar üzerindeki hâkimiyetini gerektiriyor (Türkler İslam’ı daha doğru yaşadıkları için). Türkiye’deki solu da, Osmanlı’nın büyüklüğünü anlamamakla, kendi tarihine ilgisiz olmakla ve dolayısıyla Türklerin dünyaya hâkimiyeti için çalışmamakla suçluyorlar.
Bütün bu maddelerin birleştiği bir nokta: dindarların bir kısmı, kültürel elitin, dolayısıyla solcu önderlerin, tamamen gayrimüslim kökenli olduğunu düşünüyor. Son yıllarda tırmanışa geçen gayrimüslim düşmanlığı, tarihte önde gelen solcuların toptan Sabetayist olduğu, hatta süregitmekte olan bir Siyonist komplonun taşıyıcıları olduğu söylentilerine kadar varıyor. Bazı İslami çevrelerin kahvelerde, çay ocaklarında ve sokaklarda elden ele dolaştırdığı gayri resmi broşürler, bir yanda Mustafa Suphi ve Nâzım Hikmet’i, diğer yanda Nazlı Ilıcak gibi sosyalist hareketin can düşmanı kimi figürleri, “Türkiye’nin içinde ama Türkiye’ye karşı”, “gizli” Sabetayist cemaatinin üyeleri gibi gösteriyor. Burada tek dayanak, söz konusu devrimcilerin (yakın ya da uzak) akrabalarının Yahudi oluşu. Eskiden basitliğine ve paranoyaklığına gülüp geçebileceğimiz komplo teorileri, bugünün siyasal muhayyilesini derinden belirler bir hale gelmiş durumda.
Durumu daha da zorlaştıran bir olgu, yerleşik patronaj mekanizmaları. Türkiye’de siyaset, ideolojik ayrımlardan ziyade “kabilesel” ayrımlara dayandığından, dindarlar solun güçlenmesini kendilerinin ekonomik nimetlerden ve siyasi güçten uzak tutulmasının hazırlayıcısı olarak görüyor. Siyasetin dinamiğini, kimin nasıl bir Türkiye kurmak istediği değil, hangi partinin hangi etnik-mezhepsel-yaşam biçimsel kesimin sözcüsü olduğu ve dolayısıyla kimleri kayıracağı belirliyor. Yani solun güçlenmesi demek, devletin ve sivil kuruluşların Alevilere ve laik kesimlere daha çok yatırım yapması demek dindarlara göre. Bu nedenden ötürü, sola sadece ideolojik saiklerle değil, peynir ekmek kaygısıyla da direniyorlar. Netice itibariyle, sol-sağ, milliyetçilik-İslamcılık vb arasındaki farkların dahi tam olarak anlaşılmadığı bir ülkede, net olarak sadece (“hayali”) ırksal ve yaşam biçimsel farklılıklar algılanıyor.
Son olarak, tüm bu nedenleri ekonomik-ideolojik olarak güçlendiren bir toplumsal durumdan -piyasanın zaferinden- söz etmeliyiz. Dindarların önemli bir kısmı, karma ekonominin Türkiye’de hâkim olduğu dönemde, tam istihdama dayalı, bölüşümcü, korumacı bir ekonomiyi İslam’ın gereği olarak görüyordu. Beş-on yıl öncesine kadar özellikle İslamcı partilere oy verenlerin, Türkiye’de ekonomik merkezin solunda oldukları söylenebilir. Oysa bugün, Ak Parti’nin de yükselişiyle, dindar halk kesimleri ciddi biçimde serbest piyasacılığa kaymış durumda. Bu, Ak Parti’nin ve Türkiye kapitalizminin en büyük tarihsel başarılarından biridir. Artık bu kesimler, solu sadece dini, kabilesel ve siyasal bir tehdit olarak değil, piyasa ekonomisine karşı bir tehdit olarak da görüyor.
» Bu sorunlar nasıl aşılabilir, buna dair nasıl bir çözüm siyaseti geliştirilebilir?
Bu sorunların hiçbiriyle uğraşmak kolay değil. Hiçbiri için kesin bir çözüm reçetesi yazılamaz. Üstelik bunlardan bazıları solun iradesini aşan durumlarla ilgili ve bazıları fazlasıyla birbirinin içine geçmiş durumda. Yine de varolan koşullarda ne yapılabilir diye düşünmeye başlayabiliriz.
İlk olarak, solun kendisini din karşıtlığından ayrıştırması lazım. Yani, sol-sağ ayrımının başka, İslamcı-laik ayrımının başka olduğunun geniş kesimlere anlatılması gerekiyor. Bunu söylemek, İslamcı-laik mücadelesinin anlamsız bir mücadele olduğunu söylemekle aynı değil. Ama solun halka anlatması gereken, kişinin laik-İslamcı ya da dindar-seküler ayrışmasındaki yeri ne olursa olsun, sosyalist bir hareketin içinde (marjinalleştirilmeden) yer alabileceği. Kısacası, söylememiz gereken şu: Biz paylaşımcı, eşitlikçi, dayanışmacı bir dünya kurmak istiyoruz. Partimizin, hareketimizin, sendikamızın, vb bu paylaşımcı dünyanın daha mı dindar yoksa daha mı dinsiz olacağı konusunda resmi bir politikası yoktur. Temel örgütlenmelerimiz, sosyalist bir dünyada ekonominin, kültürün ve siyasetin dini anlayış ve ilhamlarla şekillenip şekillenmeyeceğine de karışmaz.
Ancak, dinin belirli bir yorumunun diğer dini yorumlar ve seküler anlayışlar üzerinde tahakküm kurması halinde elbette sosyalistlerin müdahale etmesi doğru olacaktır. Yalnız, aynı hassasiyetin, seküler bir dünya anlayışının dinin farklı yüzleri üzerinde tahakküm kurduğu durumlarda da gösterilmesi gerekir. Başka şekilde söyleyecek olursak, belirli bir kutsallık ya da laiklik anlayışı insanların temel özgürlüklerini çiğniyorsa, bu sosyalistlerin doğal siyaset alanıdır. Örneğin günümüz Türkiyesi’nde, devlet kurumlarının Hanefilik’in Türkçü-kapitalist bir yorumunu pompalamasından, başörtülülerin eğitim hakkının kısıtlanmasına kadar, farklı kesimleri mağdur eden birçok uygulama var. Sosyalistlerin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkçü-Hanefi yapısına karşı açık bir mücadeleye girişmeleri ilk etapta dindarları soldan soğutan bir durum oluşturabilir. Ancak sol, diğer dini mağduriyetler konusunda da (kesim farkı gözetmeden) eşitlik ve özgürlük temelinde tutarlı bir strateji geliştirebilirse, uzun vadede birçok dindarı kazanacaktır.
Solun siyasi, sosyoekonomik ve kültürel programının, Batıcı, gelenek karşıtı çizgiden ayrıştırılarak yeniden tanımlanması, atılacak ikinci adım. Milliyetçilikle yediliğin ayrıştırılması da bunun bir parçası olmalı. Yani, milliyetçi olmayan ama yerli bir sol kurmalıyız. Bu konuda solun Türkiye tarihinde hiç çabası olmamıştır denilemez. 1970’lerin toplumsal ve siyasal hareketlerini, Küçükömer ve Kıvılcımlı gibilerin özgün katkılarını, vb anmakta fayda var. Ancak, tüm bunlara rağmen, Batı kökenli sosyalist kuramların ülke ve bölge gerçekleri doğrultusunda tamamen yeniden yorumlandığını söylemek de zor. Bu noktada, sosyalizmin Türkiyeli kuramcılarına da, sosyalist hareketin önderlerine de çok iş düşüyor.
Dindarları sol hakkında bilgilendirme sorununa geldiğimizde, her şeyin iradeyle halledilemeyeceğini kabul etmeliyiz. Varolan kurumsal engeller (siyasi partiler ve sendikalar yasası, seçim barajı, vs) solun bölünmüşlüğü ve yönsüzlüğüyle birleşince, Batıcı ve laikçi artıklardan arınmış bir solun bile geniş Müslüman kesimlere anlatılması zor görünüyor. Bu noktada solun dindarlarla ilgili sorunları, solun diğer sorunlarıyla kesişiyor.
Bunların yanında, solun kendini elitizmden arındırması, solun içindeki seçkinci eğilimlere ve çizgilere karşı bir mücadeleyi gerektiriyor. Ancak bu kesinlikle siyasi liderliğin ve siyasi seçkinlerin rolünün reddi olarak görülmemeli. Zaten dindar kesimlerin oy verdiği partilere bakınca, bunların da kendilerine özgü bir seçkin yapısı olduğu gayet rahat görülecektir. Fark şu ki, bu seçkinler “organik” bir yapı arz ediyor. Bunun en iyi örneği, yoksul bir kökenden gelip, toplumsal hareketlerin ve siyasal partinin içinde on yıllarca pişmiş olan şu andaki başbakan. Solun liderleri ise başka liyakatlerle (akademik yetkinlik, parti içi manevralar, dar kadrocu taktikler, vb) yükseliyor, geniş kesimlerle etkileşim içinde pişerek değil. solun yeni liderlerinin, dindarlarla da diyalog halinde olması, muhafazakâr mahallelerde etkinliklere katılması zorunlu. Bir seçim çalışması olarak değil, toplumsal-siyasi hareketin bir boyutu olarak yapılmalı bu.
Solun dindarlar arasındaki Osmanlıcılıkla başa çıkabilmesi için, Şeyh Bedreddin ve Pir Sultan güzellemelerinin, bunların kalıplaşmış halinin ötesine geçen bir Selçuklu-Osmanlı okuması geliştirmesi gerekiyor. Bu tarihin de içinde alternatif akımların olduğunu, bunların bölge tarihinin arızi değil ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu göstermesi ve bunu yaparken resmi tarihin kalıplaşmış ulema ve din kötülemesinden (imparatorluğun çöküş nedeni olarak İslam temasından) kurtulması elzem. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir tarih okumasının gelişmesinde, sol entelektüellerin çabalarının kendi başına yeterli olmayacağını da teslim etmemiz lazım. Türkiye’de din kavmiyetçilikten ve hâkimiyet saplantısından sıyrılmadıkça, solun bu alanda işi gayet zor. Bu yüzden, solun kitleselleşmesi biraz da İslam’ın evrensel, mustazaf ve muhalif yorumlarını yapan çizgilerin güçlenmesine bakıyor.
Dindarların bir kısmının gayrimüslimler hakkındaki paranoyaları meselesi ise yine, solun kendi başına çözebileceği bir sorun değil. İslam’ın muhalif yorumları yaygınlık kazanmadıkça, bu nokta solun ayağına takılmaya devam edecek. Sosyalistlerin bu konuda alacakları en doğru tavır, dini alanda bu tür gelişmeleri desteklemek olacaktır. Dünün kimi keskin solcularının, bazı İslamcılarla ve ülkücülerle yarışırcasına, Türkiye elitinin gayrimüslim kökenlerini ifşa eden neşriyat üretme halleri, akıllıca bir strateji olmaktan çok, ülkeyi içinden çıkılamayacak dini/etnik bir boğazlaşmaya götüren bir hezeyan adeta. Kişilerin ruhani ya da siyasal duruşundan çok damarlarında akan kanla ilgilenen bu biyolojik sapmaya karşı, solcular ve dindar Müslümanlar ortak bir duruş dahi geliştirebilirler.
Yukarıda bahsettiğimiz son iki sorunla (piyasanın zaferi ve patronajla) uğraşılması ise, sol-din meselesini aşan faktörlere bağlı. Birincisi, solun ulusal kalkınmacılığı da, devlet sosyalizmini de aşan, günümüz dünyasında uygulanabilir bir sosyalizm programına sahip olması gerekiyor. On yıllardır süregiden tartışmalar, henüz bütünlüklü ve pratik sonuçlar üretmiş değil. Sosyalistler yeni bir (ekonomik) dünya öneremedikçe, dindarlar piyasacı partilerden kopmak için bir neden görmeyecektir. Tüm bunların sonucu da, Türkiye’de siyasetin, herkesin kabul ettiği piyasa toplumu sınırları içinde, hangi “kabile”nin neyi alacağı mücadelesi ile sınırlı kalacak olmasıdır. Piyasayla kabileciliğin tuhaf bir bileşimi, Türkiye usulü neo-liberalizm bu. Bu kabile mücadelesi, ekonomik kaynakların paylaşmayla sınırlı değil: son yıllarda, siya-si-toplumsal dünyamız tamamen yaşam biçimi, aidiyet ve cemaat ayrımları temelinde şekillenmekte. Ve sol bir alternatif oluşturamadıkça, bu darlık tekrar tekrar yeniden üretilecektir.
Oysa solun, değil iktidar olmak, toplumsal bir güç olarak varolduğu bir dünya dahi tamamen farklı bir görünüm arz edecek. Bugün Reis-i Cumhur’un hangi kabileden olacağı tartışılıyor. En büyük mesele, “reis”in eşinin örtülü olup olmayacağı. Sosyalistler iktidar ya da muhalefet olarak bir ağırlığa sahip olduğunda, Cumhurbaşkanının ne yapacağı tartışılacak, kim olduğu değil. Geleceğin dünyası için vaadimiz ise şu olmalı: örtülüler ve örtüsüzler istedikleri kuruma rahatça girecek, istedikleri eğitimi alacak, istedikleri yerde çalışacaklar. Hem de birilerinin eşi olarak değil, kendileri olarak. Demek ki demokrasinin en temel öğelerinin yaşanması için bile, solun varlığına ihtiyaç duymaktayız. Sosyalistler dindarlara her şeyden önce bunu anlatmalı.
1 Response
[…] Cihan Tuğal […]