Türkiye’de Sınıf Mücadelesi ve Siyasal Kimlikler
Merhaba arkadaşlar. Kısa konuşup tartışmaya daha fazla zaman bırakmak istiyorum. Sabah o kadar güzel tartışmalar oldu ki. Tabii ki Ahmet beyi biliyordum ne kadar güzel konuşacağını, ama yine de siz de katılın hep beraber katılın diye söyleyeceklerimi kısa tutmaya çalışacağım.
Arkadaşlar bundan iki sene önce yanılmıyorsam bir panel yapılmıştı, kanlı pazarın yıl dönümünde Taksim’de, belki gelenleriniz vardır. İhsan Hoca ile ben ilk kez orada tanışmıştım, o zaman orada “İslamcılar ve sosyalistler arasında ittifak olabilir mi” tartışmaları olmuştu, Lübnan’daki Komünist Parti ve Hizbullah ittifakı benzeri. Ben ise öyle düşünmüyorum tabii ki, teklik olması, tek olması gerektiğini düşünüyorum, ittifak falan değil. Sosyalizm dediğimiz sonuç olarak yoksulların, ezilenlerin, emekçilerin iktidarı. Yani Türkiye’de sosyalizm olsa Müslümanlar iktidara gelecek, herhalde başka kimse gelecek değil diye düşünmüştüm.
Son zamanlarda beni heyecanlandıran birkaç isim var. İhsan hocanın yazılarını okuyunca müthiş heyecanlandım. Hep arayış içinde olan bir insan olarak beni son yıllarda, belki en çok heyecanlandıran gelişme oldu. Mehmet Bekaroğlu’nun tutumu ve duruşu, TOKAD derneği, ilk defa internetten görmüştüm, dedim işte bu. Bunlar hep beni heyecanlandıran gelişmeler oldu.
Ben 68’de İstanbul’a göç ettiğimiz zaman ailemizle, evimiz yoktu, eşyalarımız bir hafta kamyonda kaldı, sekiz kardeştik. Gaziosmanpaşa’ya yerleştik, birkaç ay sonra geceleyin bir gürültüler oldu, ne oluyoruz diye kalktık. O zaman bir Bereç grevi vardı. Bu grevi bilen var mı? Mehmet Güneş buradaydı, gitti galiba, o iyi hatırlar tarihini. İşçiler grev yapıyor, fakat bir de grev kırıcılar vardı, bu kırıcılardan biri de bizim karşıdaki komşumuzdu. Grevciler de “sen nasıl grevi kırarsın” diye evin önüne gelmişler, veryansın ediyorlar. İşçi hareketi ile ilk o zaman tanıştım, o zamandan beri de sempati duymaya başladım. Üniversitede öğrenciyken de öğrenci hareketinden daha çok işçi hareketlerinden etkilendim ve işçilere yakın gruplara ilgi duydum.
Burada aslında Kemalizm konusuna da biraz değineyim. 12 Eylül öncesinde partiler seçime girerdi biz de oy verirdik, ben öğrenci olarak hep işte o zamanın reformist denen partilerine oy verirdim, işte Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi gibi. Ama bakıyordum devrimci sosyalist arkadaşlarımızın hepsi CHP’ye oy veriyorlardı. Ama onlar devrimciydi biz reformisttik.
Sonra bir gün bir yazı okumuştum, 12 Eylül sonrası yeni yeni dergiler çıkmaya başlamıştı. İsmini de hatırlamıyorum, İslamcı bir dergi vardı ve bu dergi bir emek dünyası sayısı yapmıştı. Böyle bir şey hatırlayan var mı? Orada bir işçi mektubu vardı. Mektubu yazan şöyle diyordu: “Sokakta yürüyordum, baktım bir dergi üzerinde emek dünyası yazıyor, dedim içimden gene komünistler bir şey çıkartmış. Fakat gittim yakından baktım, bizimkiler. İşte bu kardeşim, sonunda” diyor, “Bizim hakkımızı kim savunacak, bizim taraftakiler hiç sahip çıkmıyordu” diye giden bir mektup. Bu yazıyı ben çok önemsemiştim. Komünistler ona öyle uzak ve öteki ki bu işçi için. Ama kendinden biri gibi görünce bir anda farklı bakıyor. Bu tabii şu anda da yaşanıyor. Casper işçileri “tamam buraya bir sürü solcu geliyor, Allah razı olsun, ama bizim yanımızda duracak, hakkımızı savunacak bir Müslüman yok mu” diye arayışa geçiyorlar, sonra İhsan hocayı buluyorlar. İyi ki İhsan Hoca gibi Müslümanlar var yani bu ülkede.
Bir de son yaşadığım bir olay, daha geçen hafta Antalya’daydım. Ben böyle pratik konuşmayı severim arkadaşlar. Teori beklemeyin benden. Göğüs hastalıkları kongresi oldu Antalya’da. Bizim tıp camiası tabii çoğunluk CHP’li, bana geliyorlar “ya hocam sen ne yaptın, şeriatçılarla nasıl olur böyle bir şey?” “Şeriatçı? Ya bir tane göster gideyim elini öpeyim” dedim. Memlekette Müslüman kalmamış, nerede şeriatçı, herkes paraya tapıyor. Nerde şeriatçı? Yani şeriatçılar aranıyor, ona göre.
Şimdi arkadaşlar, ben tabii tıbbi bilimlerle uğraşıyorum. Pratik siyasetle ilgileniyorum, sabah ki oturumdaki gibi siyaset teorisine fazla girmem pek mümkün değil. Ama bildiğimiz modern politik kimliklerin iki tür kaynağı var esas olarak. Bir, hükümete devlete karşı ve eğer modern politikadan bahsediyorsak bu devletler ulus devlet olacaktır, onun dışladığı kimliklerden doğan hareketler. Etnik, dini veya mezhebi kimlikler, o merkezi devletin baskıladığı ve dışladığı o kimlikler etrafında oluşan siyasetler. Diğeri de kapitalizm çağında yaşadığımıza göre emek-sermaye temelinde, zengin-yoksul temelinde, ezen-ezilen temelinde siyasal akımlar. Modern siyasal hareketler, partiler bunların bir kombinasyonu ya da yalnızca biri etrafında şekilleniyor. Şimdi Türkiye tarihine baktığımız zaman, merkezi devlet tarafından baskılanan kimliklerin mücadelesini görüyoruz. Muhalefet bu, muhalefet İslami hareket ve Kürt hareketi. Öbür muhalefet, sınıf mücadelesi, emek mücadelesi ise aşağıdan işlemeye devam etse de daha geri planda kalan bir hareket. Sabahki oturumda da çok güzel şekilde ifade edildiği gibi bizim için birincil olan o.
1950 seçiminde sosyalistler kime oy verdi? Behice Boran, Mehmet Ali Aybar kime oy verdi? Demokrat Parti’ye oy verdiler. Bazılarınız maalesef mi diyor bilmiyorum ama evet. Tam olarak katılamıyorum ama İdris Küçükömer’in yaptığı analizde bir haklılık payı vardı, sağ kim, sol kim meselesinde. Demirel bunu çok iyi kullanırdı, “millet ve devlet” derdi. Çünkü toplumsal algı açısından düşünürsek devlet soldu, millet sağdı. Milletin içindeki siyaset kendini tam olarak sınıf mücadelesi olarak ifade etmiş değildi tabii. Ama bir devlet-millet gerilimi, yöneten yönetilen ilişkisinde böyle bir gerilim vardı. Zaten bunun için CHP’li solcular sandıktan hep korktular. Sandık geldiği zaman millet, başka şeye bakmadan oyunu kendinden gördüğüne veriyordu. Çünkü siyasal kimlikler esas olarak yukardan aşağı dayatılan bir batılılaşma siyaseti ve buna karşı halkın tepkisi şeklinde oluşuyordu. Ulus devlet tek bir kimliği dayattığı için buna karşı muhalefet de kimlikler üzerinden şekilleniyordu. Modernleştirici devletin ajanları olarak aydınlar da tabii her zaman devlet yanlısı oldular, devlete karşı silahlı mücadeleye giriştikleri zaman bile böyle bir ilişki sürüyordu.
Bildiğiniz gibi Türkiye’de sol 1960’tan sonra kitleselleşti, öncesinde küçük hareketlerdi. Ne zamanki ameleler siyaset yapmaya soyundu, Türkiye İşçi Partisi meydana geldi. Bir işçi hareketi tarafından, sendikacılar tarafından kuruldu. İşte tam da o dönem CHP “solculuk lazımsa biz yaparız” diyor ve ilk defa ortanın solu kavramını ortaya atılıyordu. Devletin partisi “ortanın solu” ismini alıyor. Zaten uzun yıllar boyunca kitlelerin soldan anladığı da, CHP oluyor. Ve halen bu kimlikler önemli ölçüde devam ediyor. Asıl kimliği Müslümanlık olan büyük kitlelerin bu ayrımda, böyle dayatılan bir siyasal ikilemde CHP karşıtı olarak konumlanmaları gayet rahat anlaşılabilir.
Alevilik mesela bu kimlikler meselesinin bir diğer yönüne işaret ediyor. Aleviler şu an CHP’ye en çok oy veren kitle. Aleviler de ilk seçimde biliyorsunuz Demokrat Parti’yi desteklediler. Fakat daha sonra Türkiye’de kısmen demokratikleşme olunca, artık kitlelerin oy gücü ortaya çıkınca, politikacılar ne yaptılar, kitlelerin biraz önünü açmaya başladılar. İslam görünür olmaya başladı, bu böyle olunca kendini azınlıkta hisseden Aleviler devletin laikliğine sığındılar. Ta uzun yıllar bu kimlikleşme sürdü, sürdü. CHP modern yaşam tarzını savunan orta ve üst sınıflar ve Alevilerce desteklendi, diğer taraf ise geniş yoksul ve Sünni halk kesimlerine dayandı. Ama burada sınıf yok değil. Var ama örtülmüş olarak var. Türkiye İşçi Partisi’nin kısmen ortaya çıkarttığı sınıfsal mücadele büyük ölçüde zaafa uğratıldı biliyorsunuz. 60’lardan sonra kitlesel mücadele yerine, devrimci grup ve örgütlerin kitle adına devrim yapma düşüncesi ön plana çıkınca, zaten bu bağlantı tamamen koptu. Burada bir ara dönem vardır, Ecevit dönemi. Arkadaşlar Ecevit aslında 60’ların emek hareketinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır kısmen, ama bir de kullandığı dilin özgünlüğünden beslenir. Halk diline olabildiği kadar yakın bir dil, klasik Kemalistliğe mesafelenen halkçı bir dil. Ecevit’in ilk döneminden bahsediyorum, gençler ikinci Ecevit’i bilirler, aman karışmasın. Dolayısıyla Türkiye’nin tarihinde böyle bir kimliksel karşıtlık var.
Bir örnek veriyorum, en son seçimde Birleşik Metal, ki en sol sendikalardan biridir biliyorsunuz, yönetiminde de soldan arkadaşlarımız bulunur; Birleşik Metal anket yapıyor kendi işçilerine. Birleşik Metal üyesi işçiler bunlar, bırakın Türk-İş üyelerini, sendikasızları, sigortasızları… 2002 seçimlerinde % 90 AKP veya MHP çıkıyor. Kendi anketi. % 10 CHP. Hem işçi hem de CHP’ye veriyor tuhaf bir şey. Şaka yapıyorum. CHP’ye verenlerin çoğunluğu Alevi tabii. Sivas’ın bir köyüne gidiyorsunuz % 100 AKP, şimdiki seçimlerde de göreceksiniz, inceleyin. Öbür köyüne gidiyorsunuz % 100’e yakını CHP. Fark ne? Biri Sünni, diğeri Alevi köyü. Böyle bir kimlikleşme var. Ölüm oruçlarından sabahleyin bahsedildi, ölen arkadaşların hepsine saygım sonsuz, ama politikaya saygı duymuyorum, o ayrı bir şey. Ölenlerin kaçı Sünni’ydi arkadaşlar, biliyor musunuz? Yanılmıyorsam sadece biri. Neden böyle? Türkiye’de siyasal kampların oluşumu bu kimlikler temelinde ve hala bu ikiliği sürdürmeye devam etme eğilimi var. Bunu aşmaya yönelik iyi niyetli girişimler olsa da tek başına iyi niyetle aşılabilir bir sorun değildi bu. Hayatın değişimi ile ancak aşılabilecek bir sorundu. Soğuk savaşın bitiminden sonra bunun aşılmasına yönelik bir takım imkanlar ortaya çıktı. Ki soğuk savaşın bitimi Türkiye’de uzun sürdü, bence ancak AKP iktidarı ile bittiğini söyleyebiliriz. Ne dersek diyelim, kitleler açısından şöyle bir algı var: “Şu memlekette alnı secdeye değen bir cumhurbaşkanı, alnı secdeye değen bir başbakan, alnı secdeye değen bir millet meclisi başkanı olursa her şey düzelecek.” Alnı secdeye değen üç büyüğümüz de oldu Allah’a şükür. Temel ilişkilerde ne değişti? Ama o dediğimiz algı değişti. Yani yöneten yönetilen gerilimi etrafında, muhafazakar ve yoksul halk kitlelerinin, İslami politik hareketlere oy vermeleri olayı açısından bir şey değişti. Şimdi kendine Müslüman diyen bir hükümet dönemindeyiz, yani normal olan da bu zaten, normal koşullar altında Türkiye’de hükümetin Müslüman olması gerekiyordu zaten. Şimdi ezme ezilme ilişkisi açısından yeni bir dönemdeyiz. Ve bu dönemde arayışlar ve bakış açıları yeniden ve yeniden oluşuyor. Yani tabii İhsan hocaya sorarsak, “ben zaten Müslümanlığı böyle algılıyorum” diyecektir. Tabii bir materyaliste sorarsak o diyecektir ki: “hayatın koşulları değişti İhsan hocaların ortaya çıkması için zemin oluştu.” Hangisinin doğru olduğunu ben söyleyemem, ama ikisini de söyleyebilirsiniz. Çünkü bir metni, bir kanaat önderinin şöyle ya da böyle yorumlaması biraz da tarihsel dönemle alakalı bir şeydir. Ben o metnin özünün adalet ve eşitlik olduğuna inanıyorum, çünkü zaten bütün dinler bunun için çıkmıştır, hocanın da dediği gibi devrimcidir yani, ezme ezilme ilişkisini değiştirmek için çıkar. Ama o metnin zaman içersindeki yorumu, o ülke içindeki iktidar ilişkileri tarafından değiştirilir. Bir takım kanaat önderleri çıkar, birileri öyle yorumlar, birileri böyle yorumlar. Ama neden birileri öyle yorumlar da birileri böyle yorumlar? Bunun tabii tarihle koşullarla ilişkisi vardır. Tabii ki samimi inanan bir Müslüman “hayır özü budur” der. Ona da saygı duyarız. Ama bir materyalist de şöyle diyebilir: “aslında hayat değişti.” Evet, çünkü böyle bir hükümet olmasaydı bu tarz bir muhalefet daha az olacaktı.
Arkadaşlar aslında o kadar iyi bir zemin var ki, Türkiye’de bu işlerin değişebilmesi için çok ciddi bir zemin olduğunu düşünüyorum. Ben baştan beri siyasette hep işçi hareketi ile ilgilendim. Çelik-İş sendikası, şimdi işyerinin ismini söylemeyim, işte Hak-İş’e bağlı, bakıyorsun burada olmamız lazım diyorsun siyaset olarak, fabrikaya gidiyorsun. Fabrikada var 900 kişi, 450 kişi vakit namazı kılıyor. Böyle bir fabrika, şimdi burada ne anlatacağız? Ancak şöyle diyebiliriz: Bu ülke Müslüman’dı, bugün Müslüman, yarın da Müslüman olacak, ama Müslümanlık nasıl bir şey olacak? Hayata nasıl bakacak, ekonomiye, siyasete.
Şimdi arkadaşlar, siyasetteki bu kimlikler etrafında oluşan tarafgirlikler değişti. Türkiye’de bundan sonra normalleşme, devletle milletin yakınlaşması söz konusu olacak. Ama malum bu millet de homojen bir şey değil. Milletin içindeki egemenler devleti kendi işlerine gelir şekilde dönüştürüyorlar. Şimdi o egemenlere karşı mücadele, burada sabah söylenildiği gibi zaten kendi kültürümüz, algımız içindeki bir mücadele haline gelecektir. Onun için dine karşı din. Elbette ki ama sadece bu olmayacaktır, dine inanmayanlar, başkaları da bu mücadelenin içinde olacaklardır, eğer o arkadaşlar, çoğunluk olan kesim, sabahki konuşulanlar gibi adalet yönünü ön plana çıkarırlarsa. İhsan hoca bana öğretti, şöyle düşün dedi, bir toplumda adaletsiz yöneten bir Müslüman hükümet var, ona karşı biz dedi adaletle yöneten gayri-müslimleri tercih ederiz dedi. Ben de öğrendim bunu, evet hiçbir sorun yok. Zaten adalet ve özgürlük mücadelesinden başka neyi istiyoruz ki diye düşünüyorum. Türkiye’de bunun yolunun bu olduğunu düşünüyorum.
Söyleyeceğim bir şey daha var, sabahki konuşmalardaki devrimcilik reformculuk tartışmasına dair. Çünkü o önemli bir alan, Türkiye’de sol hareketin geçmişi ve bundan sonrası ile ilgili. Arkadaşlar bir ülkede serbest seçimler yapılıyorsa, % 10 barajı gibi bir sürü anti-demokratik yönleri var ama, bu ülkede 1950’den beri iyi kötü serbest seçimler yapılıyor. Bir sürü baskı var, sermayesi, devletlisi, şu bu, ama siyasette önemli olan algılardır. Kitle nasıl algılıyor, “kardeşim serbest seçim oluyor, sen de partini kurmuşsun, sen de komünist parti misin, işçi partisi misin, gir buraya.” Kitlelerin özgürce, tırnak içinde kullanıyorum bunu, mutlak anlamda değil, kitlelerin özgürce oy verdiği bir ülkede kitleleri ikna etmeden, onların bizatihi kendi hareketleri olmadan hiçbir devrim yapılamaz. Bakın dünya tarihinde de seçilmiş parlamentonun yönettiği hiçbir ülkede bir ihtilal başarıya ulaşmamıştır, olmamıştır. Tarihe bakın. Bütün silahlı devrimci mücadeleler yönetici sınıfın bu demokratik usullerden çıkıp, onun yerine baskıcı olduğu zaman ülkelerde ve dönemlerde bir anlam ifade etmiştir. Yani bir burjuva hükümeti faşist bir hükümetse, ama her burjuva hükümeti de faşist değil. Fransa hükümeti de burjuva, Rusya da, Mısır da, ama aralarındaki farkları biliyoruz. Demokratik seçimin olduğu ülkede halkı ikna etmeden, halkın öz-kararı ve öz-örgütlenmesi olmadan yapılan hiçbir devrimci girişim gerçek anlamda devrim olamaz. Dolayısıyla kolay yol yoktur, gerçek bir yol vardır, uzun süreli bir mücadeledir, Gramsci’nin deyimiyle bir mevzi ya da siper savaşıdır. Karşınızdaki adam zora dayanıyorsa, işler daha basittir, zora dayanıyorsa, sizi silahla bastırıyorsa, siz de silahla karşılık verebilirsiniz ve silahla meşru olarak ihtilal yapabilirsiniz. Ama o ikna ile yönetiyorsa, ki şu anda hükümeti yöneten partinin ikna gücü çok yüksektir, çünkü halkın kalbinde ve gönlünde olan bir siyaseti ve liderliği almıştır, egemen güçlerin eline vermiştir. Çok yüksek bir ikna gücüne sahiptir, Refah Partisi hareketinin getirdiği bir güvene dayanır. Bu hareketi almıştır ve sistemin en güçlü dayanağı yapmıştır. Bunu nasıl değiştireceksiniz, ikna etmek zor. Ama zaten mücadele de bu zorlukları taşıyor, böyle oluyor bu işler. Başımızda böyle sopalı bir adam olsaydı, daha büyük bir sopa bularak devrim yapardık. Ama buradaki devrim ancak halkın öz-örgütlenmesi ve meşru zeminler içersinde, siper savaşı vererek, siper savaşı kazanarak, sivil toplumu istila ederek, oradan siyasal toplumu istila ederek gelişecek bir yoldur. Devrim meselesine benim bakışım da budur. Dolayısıyla her gerçek devrimci hareket de bir birliktir arkadaşlar. Bir takım İslami ve sosyalist devrimci gruplar olabilir. Ama bunlar bir parti değildir, yani kelimenin asıl anlamı olarak bir parti değildir. Geniş bir kesimi, bir tarafı temsil etmezler, ama gerçek bir siyaset her şeyden önce bütün bu ortak talepler ve değerler etrafında, farklı farklı bir sürü rengin yer alması sonucunda oluşan bir şeydir. Dolayısıyla hiçbir tekil grubun eseri olamaz. O bütünlüğün eseridir. Bu dönüşüm sürecine ben böyle bakıyorum.
Bir son söz de Cem Somel hoca gibi düşünüyorum ben de. Derler ki “Ya nasıl yapacaksınız, bu kadar dünya gücü var, ödemeler dengesi var, siz nasıl değiştireceksiniz bunların hepsini?” Çünkü şu an içinde bulunduğum parti Türkiye ve dünyayı değiştireceğini iddia ediyor. Tabii ki bir anda dünyadan kopmak mümkün değil. Uzun vadede bakacak olursak Cem hocamın anlattığı tedbirler yanında aynı zamanda başka bir dünyanın ilişkilerini kurduğumuz ölçüde, yeni bir dünyanın nüvelerini kurduğumuz ölçüde yol alabiliriz. Bu ülkede nasıl kurabiliriz onu? Bu ülkedeki farklılıklarla birleşebildiğimiz ölçüde, Kürt sorununu çözdüğümüz ölçüde, inananların sorunlarını çözdüğümüz ölçüde, Alevilerin sorunlarını çözdüğümüz ölçüde ilerleyebiliriz. Buradan başlarız geliriz Ortadoğu coğrafyasındaki halklara ki o Müslüman halklar herhalde bu yönetimleri hak etmiyorlar. Batının vaat ettiğinden daha adil ve demokratik bir yönetimi hak ediyorlar. İşte orada onu genişleterek, bütün ezilen mazlum uluslarla ilişkilenerek, Latin Amerika’sıyla, Güneydoğu Asya’sıyla yeni ilişkiler ağı oluşturarak eski sistemden kopabiliriz. Yani yeni bir dünyayı kurabildiğimiz ölçüde eskisinden gerçek anlamda kopabiliriz. Ve bu da mümkün bir yoldur, burada bulunan herkesin de bu mümkün yol için mücadele ettiğini düşünüyorum. Çok teşekkür ederim.
Son olarak bir duyuru yapacaktım. Arkadaşlarımız da burada, İSKİ’de bine yakın işçi atılmıştı, taşeron işçi, onların liderlerinden bir arkadaşımız burada. Ayın 22’sinde basın açıklamaları var. Türkiye tarihinde herhalde ilk defa oluyor, alt mahkeme işe iade kararı verdiği halde Yargıtay bu kararı iptal etti. Türkiye tarihinde ilk defa, nasıl işe iade kararı iptal olur? Onun güçleri var, sebepleri var, ismini söylemeyeyim burada. Ayın 22’sinde bir basın açıklaması olacak, İSKİ’nin önünde saat 12:00’de, sizi oraya davet ediyorlar.
(salondan) İSKİ işçisi: Evet işten atıldık, taşeron firmadaydık. Ama hakkımızı aradık arıyoruz. Yani peşini bırakmıyoruz, takibe devam diyoruz, hakkımızı arıyoruz, desteğinizi bekleriz.