İlhami Güler – Politik Ekonomi ve Bir “Din” Olarak İslam
Politikayı, etnik/ırkî-dilsel, inanç/kültür, çıkar ve coğrafî (yurt/memleket) etkilerden birkaçı veya tamamıyla bir toplum/millet oluşturmak, oluşan bu toplumun varlığını korumak ve devam ettirmek için girişilen faaliyetlerin bütünü olarak tanımlamak mümkündür. Çıkar unsuru veya “ekonomi” bu faaliyetlerin en önemlilerinden biridir. Ekonomi, neo-iktisatçılar ve kapitalistlerin iddia ettikleri gibi politikadan bağımsız; fizik, kimya ve matematik gibi bağımsız bir faaliyet değil, politikanın bir parçasıdır. Politik iktisat, Marksist iktisatçıların kullandıkları bir kavram olarak ekonomi ile politikanın belli bir metafizik ve ideolojiye bağlı olarak iç içeliğini ifade eden doğru bir kavramdır. Son iki yüzyıl, Hannah Arendt’in söylediği gibi, bir “insanlık durumu” olarak –aynı zamanda “Prometheusçu”, “kahraman” veya “duyumcul” üst-kültür, insan tipi veya dünya görüşünün egemenlik çağları olarak– homo faber’in egemenlik çağlarıdır. İktisadın politikadan koparak onu tahakkümü altına aldığı çağlardır (homo economicus).
İbrahimî-monoteist vahiy/peygamber geleneği olarak “din”, özü itibariyle bir “dünya görüşü” etrafında yeni bir toplum oluşturma iddiasındadır. Yeni bir toplum oluşturma ve onu koruma da yukarıda iddia ettiğimiz gibi “politik” bir süreçtir. Irk/etnisite-dil, çıkar ve coğrafya (yurt) yerine; bunları kendiliğinden içeren, ama belirleyici olmayan, inanç temeli üzerine kurulan İslam toplumu (müminun/müslimun), kendini korumasını ve devam ettirmesini ahlak (adalet-hakkaniyet) ve hukuk (ahid/akid) üzerine inşa etmiş çoğulcu bir toplumdur (ümmet). Bu bağlamda İbrahimî monoteist dinin ideolojik özünün Allah-ahiret (iman), özgürlük (politika) ve ekmek (ekonomi) olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre “ibadet” (Allah’ı tazim) imanın bir tezahürü ve onun beslenmesi, ahlak ise büyük günahlar veya büyük sevaplar olarak politika ve ekonomide tezahür eder. Din iki katlıdır. Birincisi, her durumda bireysel bir çaba olarak iman, ibadet ve bireysel ahlak; ikincisi ise, müminlerden oluşmuş bir toplum olarak örneklik (22/78) ve önderliktir (2/143). Bu ikinci kategori, zorunlu olarak politik ve ekonomik bir kategoridir. Bu bağlamda tarihi süreç içinde peygamberler göndererek toplumları ikiye bölen ve ilgilendiği toplumların ileri gelen ekonomik azgınlarının (mütref/mele) ve politik despotlarının (zalim/müstekbir) tepelenmesine çalışan ve gerektiğinde de onları yok eden Tanrı, tarihin en büyük politik öznesidir. Dolayısıyla Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde, Roma devlet yapısının devamı olarak Kilise kurumu aracılığı ile –Hz. İsa’dan tevarüsle din adamlarının şahsında– bedenleştirilmiş Batı tarihinin en büyük politik öznesinin öldürülmüş olduğunu ilan etmişti. Bu tarihlerden sonra gezegenin bütün mülkiyeti ve yönetim tümüyle seküler insanın eline geçmiş oldu. Dolaysıyla sekülerlik veya laiklik, Hıristiyanlığın Latin dünyasında politika yapma tarzına karşı başkaldırıyı ifade eden, metafizik öncülleri değişmiş karşıt bir politikadır. Özünde Latin dünyasının ve Avrupalı kavimlerin Tanrı ile ilişkilerini ilgilendiren özel bir hikayedir bu.
Benzer şekilde, 20. yüzyılın başında “Hilafet” makamı lağvedildiğinde, son altı yüzyıl boyunca Akdeniz ve Karadeniz havzasında milyonlarca mümin/müslim ve hatta gayrimüslim insanı tespih imamesi gibi bir politik beden olarak bir arada tutan Tanrı’nın aslında “şura”yla “adalet”e dayanan ve insana bir “emanet” olarak yüklenen ahlaki/politik temsilciliği/hilafet (Osmanlı) –her ne kadar çok erken bir dönemde Muaviye ve 10. asırda da Abbasi Hilafetinin yıkılmasından sonra ikinci kez rayından çıkarılarak “Saltanat”a dönüştürülmüş olsa bile– ortadan kaldırılmıştı. Bu lağvın politik anlamının ve işlevinin büyüklüğünü, politikanın babası olan İngilizler Müslümanlardan daha iyi anlamışlardı. O tarihten itibaren, Müslümanlar çil yavrusu gibi (ulus devletler) darmadağın haldeler. Başı koparılmış bir beden gibi, o tarihten itibaren vücudun üzerinde her türlü operasyon yapılmaktadır.
Bu bağlamda Kuran’a baktığımızda gerek kıssası anlatılan peygamberlerin mücadeleleri, gerekse Hz. Muhammed’in 610-632 arasında arkadaşları ile verdiği mücadele; tek bir Tanrıyla dikey ve bireysel bir ilişki anlamında bir iman ile ibadet ve bireysel ahlak anlamında bir din olmanın yanı sıra Tanrı’nın iradesi doğrultusunda bir toplum kurma ve onu koruma/sürdürme bağlamında politika-ekonomidir (istihlaf, 6/165, 10/14). Örnek olarak, Hz. Musa ve kardeşi Harun’un İbrani halkını Mısır’ın o günkü diktatörü olan Firavun’un köleleştirmesinden kurtarma mücadelesi, dinin “politik” boyutunu ortaya koyar: “Firavun, kendini büyüklük kompleksine kaptırmış ve ülke halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor; bunun için de erkek çocukları öldürüyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o gerçekten müfsitlerden idi. Biz ise, yeryüzünde hor ve güçsüz bırakılanların hakim konuma geçmelerini ve önder bir toplum olmalarını istiyorduk.” (28/4-5) Firavun, Kuran’da politik bağlamda kitlelerin özgürlüğünü elinden alan despot-totaliter politik idareyi simgeler: “Firavun, halkını küçümsedi/ezdi. Onlar da yoldan çıkmış bir toplum oldukları için bu baskıya boyun eğdiler/itaat ettiler.” (43/54) Dikkat edilirse burada Firavun’un zulmüne başkaldırmayan/direnmeyen halkın politik tutumu da eleştirilmiştir. Doğru yoldan çift taraflı çıkma olmadıkça uzun süreli bir zulüm süreci ve diktatörlük olamaz. Bu bağlamda Müslümanlardan, din özgürlüğü alanında baskı ve zorlama/işkence (fitne) kalmayıncaya kadar savaşmaları istenmiştir. (8/39) Hz. Muhammed, insanların sırtlarındaki ağır yükü kaldırmak ve boyunlarındaki zincirleri kırıp atmakla görevlidir. (7/157)
Kuran’da ekonomik alanda kötülüğün/sömürünün sembolik tipi Karun’dur. (28/76-83, 29/39, 40/23) Kuran’ın Karun’u eleştirisi iki noktaya dayanır: (1) malı-mülkü Allah’ın bir ikramı, in’amı, lütfu, bağışı ve rızıklandırması yani “emanet” yerine “mutlak mülkiyet” olarak anlaması (28/78); (2) servetinin bir kısmını yoksullarla gönüllü olarak Tanrı’nın ikramına karşı şükran olsun diye paylaşmaması (28/78-83).
Politika ve ekonominin dinle en temel ilişkisi, herhangi bir toplumun kültürünün zorunlu olarak din karşıtı veya dinî temel metafizik öncüllere dayanmasıdır. Herhangi bir toplumun giriştiği politik-ekonomik-kültürel faaliyetlerle dünyanın ve insan hayatının nihai anlamına ilişkin sorulara verdiği metafizik/dinî cevaplar arasında zorunlu/kopmaz bir bağ mevcuttur. Bundan dolayı aslında siyasî iktisadın din ile kopmaz/derin bir ilişkisi mevcuttur. Bu bağlamda kapitalist iktisat bir peşin/acil (dünyevi) ekonomi iken (17/18, 67/27) İslami ekonomi, bir veresiye/borç (ahiret) ekonomisidir (2/245, 5/12, 64/17, 73/20). Bundan dolayı, Mekke burjuva sınıfının kullanmış olduğu ticari kelime dağarı, Kuran tarafından olduğu gibi “ahiret” bağlamında kullanılır.
Kuran’ın Hz. İbrahim’den Hz. Muhammed’e gelinceye kadar vahiy/peygamber geleneği ile ortaya konan davanın bir bölümü, tevhit mücadelesi anlamında tek Allah’a iman ile O’na ibadet (namaz, oruç, hac) ve bireysel ahlak bağlamında din iken; diğer bölümü ise bu değerlere bağlı olan bir toplumun oluşturulması, korunması ve toplumsal düzeninin adalet ölçüsüne göre kurulması bağlamında politik ekonomidir. Kuran’da geçen istiğna-istikbar, mustadafun (ezilenler), mütref/mele (toplumsal sorumluluk üstlenmeyen zengin tabaka), adalet, zulüm, zekât, ganimet, rızık, nimet, mal-mülk, kenz (stoklama), altın, gümüş, israf, infak, faiz, cihad, kıtal, barış, antlaşma (ahid), borçlanma… kavramları işte bu ikinci bölüm olan politik ekonomi alanına aittir.
İslam’ın kendisinin oluşum süreci (610-632) bizzat bir politik ekonomidir. Kuran, Kâbe’nin kutsiyetinden Kureyş’in elde ettiği güven ve ekonomik çıkarı ileri sürerek, onların Kâbe’nin Rabbi olan tek Allah’a ibadet etmelerini ve Hz. Muhammed’e iman etmelerini istemiştir. Dikkat edilirse burada dinî talep politik-ekonomik bir kategoriye dayandırılmıştır. (106/1-4) Özetle, ayrı bir iman topluluğu olarak başlayan Müslüman/mümin toplum, kendini oluşum sürecinde savaş dahil meşru yollara başvurarak korumuş ve politik bir kategori olarak sonunda başarılı bir toplum/devlet şeklinde doğmuştur. Kuran’ın ana davası, tevhit (Allah) ile birlikte ekmek (ekonomi) ve özgürlük (politika) olarak ifade edilebilir. Politik iktisat bağlamında İbrahimî-monoteist dinin hakikî işlevi Allah-ekmek-özgürlük, adalet ve hakkaniyet ilkelerine bağlı bir toplum inşa etmek ve bir toplumsal yapı/sistem oluşturmaktır. Nitekim Hz. Muhammed’e ilk inananlar da –geçmiş peygamberlerin çağrılarında olduğu gibi (4/27, 26/111)– köleler, yoksullar ve yetimler olmuştur. (6/52-54, 7/75-76) “Mal ve evlad sahibi” (9/69, 34/35) Mekke oligarşisi (Ümeyye oğulları) ise sonuna kadar direnmiştir.
Bu bağlamda üzerinde durulan ikinci bir konu, Firavun (despotizm) ve Karun (sömürü)’un, kendi sistemlerini tahkim etmek için “muhafazakar” kitleler aracılığı ile dini kullanmasıdır. Bunun Kuran’daki sembolik ismi Firavun’u destekleyen rahipler sınıfını niteleyen “Haman”dır. (28/6, 8, 38; 29/39; 40/24, 36) Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki “ahbar” ve “ruhban” sınıfı, insanların mallarını haksız yere yiyen (9/34) ve Tanrı adına ilahlık taslayıp (9/31) hakim diktatörlerle işbirliği yapan hakim zümredir. Ali Şeriatî’nin kavramsallaştırması ile “karşı din” olarak oluşan bu sahte dinsellik, kitleleri uyuşturarak (afyon) siyasal diktatörlüklerin ve ekonomik sömürü düzeninin sürmesini temin eder.
Günümüzde İslam dünyasına baktığımızda siyasal diktatörlüklerin kitlelerin muhafazakarlığına dayanarak dinsel kurumları yedeklerine aldıklarını görürüz. İran başta olmak üzere Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve Kuzey Afrika’daki Arap diktatörlükleri hep aynı şeyi yapmaktadır. Örneğin, Mısır’da tarikatları bünyesinde toplayan tasavvuf kurumu, Ezher şeyhi ve Mısır müftüsü sürekli Hüsnü Mübarek’in diktatörlüğünü desteklemişlerdir. ”Müslüman Kardeşler” örgütü başlangıçtaki –bazı selefi yorumsal/metodolojik hatalarına rağmen– Allah, ekmek, özgürlükten oluşan politik-ekonomik ideolojisinden saparak Mübarek’in kitlelerde yarattığı acıyı pansuman eden bir yardım örgütüne dönüştü. Onun için de Mısır ayaklanmasında rolü kayda değer olamadı.
Türkiye’de ise muhafazakar AKP ve destekçisi dinî cemaatler, bir taraftan yerleşik seküler statükoya karşı mücadele ederken, küresel düzeydeki egemen ve fütursuz ekonomik-politik güç odakları ile ilkesiz bir şekilde işbirliğine girmekte herhangi bir sakınca görmüyor. AKP, kitlelerin muhafazakarlığını kendi siyasal ve ekonomik tahakkümü için bir araç olarak kullanırken, ekmek ve özgürlük konusunda alternatif ve fırsat eşitliği yaratacak ileri adımlar atamıyor. Canlı imanın ölü itikada, şuurlu ibadetin rutin ve alışkanlığa dönüştüğü muhafazakâr bir dindarlık algısının üretebildiği şey, uluslararası sisteme eklemlenerek içerdeki statükoyu devralmaktır.
Halkın Sesi Partisi, kuruluş manifestosuyla Allah-ekmek-özgürlük değerlerine eşit ağırlık vererek dini iktidar olmak ve iktidarını sürdürmek için bir araç (karşı din) olarak kullanmak yerine, dinden bahsetmeden dinin asıl davalarından biri olan politik ekonomiyi gerçekleştirme azmindedir.
Dini yaşamın özü olan şuur, kritik ve düşünmeyi ihmal ederek sadece “ataların yolu”, “tarih” ve “gelenek”e dayanan; genellikle kitlelerin Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak rutin birkaç ritüele ve şekle, yükte hafif pahada ağır olan bonuslara (kandil geceleri) dayanan kültürel muhafazakarlığın yerine; esas olan, Allah’ın her insana bahşetmiş olduğu vicdan ve akletme kabiliyetlerini bilfiil ortaya çıkarma, onların insan olma onurlarını elde edebilecekleri kimlik, ekmek kazanma ve özgür olma koşullarını, yani her anlamda “fırsat” eşitliğini hazırlamaktır. Her türlü gaspı, baskıyı, ayartmayı ve zulmü engellemektir. Gerisi insanlara kalmıştır ve kendiliğinden gelir: “Dileyen inansın, dileyen küfretsin.” (18/29) “Dinde zorlama yoktur.” (2/256) “Allah, rızkın mülkiyete dönüşmesinde kiminizin kiminizden üstün olmasına (müsaade) etti.” (16/71) Bunun gerekçesi, bazılarının diğer bazılarının emrinde işçi olarak (suhriyyen) çalışması (43/32), işverenlerin de işçilerin emeğinin karşılığını, kendinin müteşebbisliğine denk olacak şekilde (adalet) gönüllü olarak (fehum fîhi sevâun-16/71) ödemesidir. Bu yol, kapitalizmin çakallar veya sırtlar imparatorluğuna, sosyalizmin ise beyaz karıncalar imparatorluğuna alternatif üçüncü ve zor bir yoldur.
Not: Yazarın sempozyumda yaptığı konuşmanın kendisi tarafından hazırlanan metin halidir.
o Evet, muhtemelen bu yuzden
İlhami Bey’in tespitleri benim dine ve hayata bakışımı oldukça büyük oranda yansıtıyor. Dinin ekonomi-politik duruşu ve tevhit inanışı dolayısıyla serdettiği davranışlar aynı kalmakla birlikte, iktidarı gözeten “muhafazar” yorumların bu konudaki tepkileri maalesef günümüzde de devam ediyor. “Karşı din” cephesi, sürekli olarak esas meseleleri manipüle edici ritüellerin arkasına saklanmayı devam ettiriyor. Yine maalesef “dindarlar” ve bu anlamda dinden nefret eden kesimler aynı algılama biçiminin kurbanları durumundalar. Nihayetinde toplumun büyük kesimi gelenekleri referans göstererek bu işleyişte herhangi bir sakınca görmüyorlar.
Toplumu, gerek “dindarlar” olsun gerekte dine mesafeli duran kesimler olsun, meselenin gerçekte ne olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda bilgilendirmek, gelecek nesillerin güzel günler görebilmeleri için fazlasıyla önem arzediyor.
Ancak ileri ki süreçlerde sıkıntı yaratabileceğini düşündüğüm bir nokta var. Toplumu ortak sıkıntıların çözümü için yönlendireceğimiz söylemin çıkış noktası ne olacak. İnsanların karşısına “din budur ve bu şekliyle bütün olarak dine iman edin” mi demek gerek yoksa sadece “ortada bir ceset var ve bişekilde kaldırılması gerek” mi? Benim bu konuda ki anlayışım; herhangi bir agnostik, ateist vs. kimsenin karşısına “dinin aslında bunları söyler” diyerek çıkmak doğru olmaz. Bu söylem muhatabına imanı dayatan, tebliği merkeze alan zihniyetin evrimleşmiş hali gibi olur. İlhami Güler’in söyledikleri ekseninde muhatap alınacak kişiler kesinlikle sacede dindar gelenekten gelen ve “sol” söylemi hafife alan kişiler olmalıdır. İlhami Güler’in vardığı sonuçlar bence ya “sol” söylemin ekonomi-politik üstünlüğünün ya da dindar gelenekten gelenlerin bu konularda geç uyanmışlıklarının kanıtıdır. “Geç olsun güç olmasın”
bedri yine güzel yazmışsın da sondaki cümlelerde ne demek istediğini anlamadım ve de merak ettim. özellikle şunu kastediyorum:
“İlhami Güler’in söyledikleri ekseninde muhatap alınacak kişiler kesinlikle sacede dindar gelenekten gelen ve “sol” söylemi hafife alan kişiler olmalıdır.”
İlhami Güler’in tespitleri “sol” gelenekten gelen biri için “olumlu” dur sadece. Ancak bir “dindar” için koca bir imparatorluk geleneği tortusunun itaat kültüründen azad olmak gibi bir anlam taşır. Kısaca bu konularda eksik olanlar “sol” dan ziyade “muhafazakar”lardır demek istedim 🙂
Firavun-Karun-Belam…
Son zamanlarda çok sık işitir olduk bu üçlüyü. Ali Şeriatiden insanlığa hediye bu Kuran Kavramları, çağın eleştirisine güzel bir katkı olacak diye ümit ediyorum. Sömürünün ve zulmün kodlandığı bu tarihsel şahsiyetleri; bu çağda daha derinlemesine irdelemeli, modern bireyin benliği içirisinde deşifre etmeliyiz diye düşünüyorum. Tarihsel zulüm ve sömürü şahsiyetlerini kadim yapan kendilerini gizleyebilme yeteneğidir. Sömürünün her koşulda yeniden üretimine karşı, direnişi her koşulda diri tutmaya…
Bizzat da bulunduğum konferansta bana göre en iyi sunumlardan biriydi. İlhami Hoca, kelime-i tevhid geleneğine uygun olarak “la” tespitlerini önemli buluyorum. Tespitlerine, fikirlerine temelde katılmakla birlikte, “çözüm”ün ne olacağına ilişkin daha etraflı bir “söz”ümüz olması gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla burada İbn-i Arabi’nin gücü adaletin emrine verin sözüne atfen, politik iktisadi bir din olan İslam’ın söylemine eylemi nasıl vermeliyiz…