İhsan Eliaçık – Kuran’da Eşitlik ve Sosyal Adalet
Ben de herkese merhaba diyorum. Emek ve Adalet Platformu kurucusu arkadaşlara çalışmalarında başarılar diliyorum. Bu toplantının da hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. Kanımca gayet nitelikli, seçkin ve önemli bir toplantı yapıyoruz. Hatta bunun tarihi bir toplantı olduğu bile söylenebilir. Bunun ne manaya geldiğini ilerleyen yıllarda anlayacağız. Türkiye’de şuana kadar düşünülmemiş ve yapılmamış şeylerin düşünülüp yapılması; bir araya gelmemiş ve gelemeyecek olan insanların bir araya gelmesi bir şekilde gerçekleşiyor. İlkler her zaman yalnız başlar, şaşkınlıkla ve garip karşılanır. Ama zaman içerisinde kartopu gibi, yuvarlana yuvarlana büyür. Bu nedenle buradaki konuşmalar da son derece nitelikli konuşmalardır. Bunların üzerinde ayriyeten durulması gerekiyor. Ama ben sözü daha fazla uzatmadan Kuran’da eşitlik meselesini özet olarak sizlere sunmak istiyorum.
Klasik dindar zihinde “İslam’da eşitlik yoktur, adalet vardır” diye bir söz vardır, hemen hemen bütün dinî cemaat ve vakıflarda yaygındır. Bu külliyen yanlıştır. En azından Kuran’ın metnine, lafzına, kavram içeriğine aykırıdır. Çünkü Kuran’da eşitlik diye bir kavram kullanılıyor. “Müsavat” diye Osmanlıcada da kullanılan eşitlik kavramı Kuran’da hassaten yer alıyor. Nerelerde kullanılıyor, size özet olarak göstermeye çalışacağım.
İlk olarak, eşitlik kavramı, yani bu kökten gelen kelimeler, Kuran’da insanın yaratılışı anlatılırken kullanılıyor. Mesela İnfitâr suresinin 7. ayetinde “Ellezî halekake fesevvâke fe’adelek” yani “seni yarattı, müsavi kıldı ve adaletli yaptı” deniyor. “Sevvâ” ve “adele” yani eşitlik ve adalet kavramları insanın yaratılışı anlatılırken kullanılıyor. Ben bunu şöyle yorumluyorum. İnsan, yaratılırken eşit yaratılmıştır. Doğuluyla Batılı, Güneyliyle Kuzeyli, kadın ile erkek arasında herhangi bir fark olmaksızın, yaratılıştan külliyen eşit, analarının karınlarından doğarlar. Bunu genellikle “biçim verdi”, “şekil verdi”, “düzgün kıldı” diye çevirirler. Ama “sevvâ” kökünden gelen bir kelime kullanıldığına göre, müsavat ile adalet yan yana kullanıldığına göre, bunun bir hikmeti, mesajı olmalıdır. Kuran rastgele kavramlar kullanmaz. Bir yerde bir kavramı kullanıyorsa, mutlak surette orada bir mesaj vermek istiyordur. “Önce eşit kıldı, sonra da adaletli yaptı,” diyor. Yani Allah insanları eşit yarattı ve sonra da içlerine bu eşitliğin bozulduğunu gördükleri anda fışkırıp çıkacak şekilde adalet duygusunu koydu. Dolayısıyla adaletle eşitlik arasında kopmaz bir bağ vardır. Bir yerde eşitsizlik gördüğünüz zaman içinizde adalet hissi uyanır. Mesela güçlü birisi zayıf birisini döverken, bir kız tankın altında ezilirken veya baklava çalan çocuğa on sene ceza verildiği zaman ayağa kalkar, “nerede bu adalet?” diye bağırsınız. Bir eşitsizlik gördüğü an, insanın içinde uyanan duygudur adalet. Eşitlikle adalet birbirini takip eder. İnsan eşit yaratılmıştır ve içine adalet duygusu konmuştur. Nerede bir eşitsizlik varsa adalet duygusu kabarır. O adalet hissinin tatmin olması için eşitliğin sağlanması gerekir. Mesela Kıyamet suresi 36-39 ve Secde suresi 9. ayetlerde eşitliğin bu manada kullanıldığını görebilirsiniz.
Eşitlik kavramı, ikinci düzeyde, dünyadaki birtakım olaylar kıyaslanırken kullanılır. Mesela Rad suresinin 16. ayetinde “Kör ile gören eşit olur mu? Karanlık ile aydınlık eşit olur mu?” denir. Tevbe suresi 19. ayet: “Hacılara su vermek ve Mescid-i Haram’ı onarmak ile Allah yolunda cihat eşit olur mu?” Nisa suresi 95. ayet: “Oturanlar ile malları ve canları ile cihat edenler eşit olur mu?” Nahl suresi 75. ayet: kendine bile sahip olamayan zavallı bir kul ile verdiğimiz rızıklardan gizli açık infak eden eşit olur mu? Bu şekilde ayetler vardır Kuran-ı Kerim’de. En önemlileri bunlardır. Birtakım şeyleri diğer birtakım şeylerle karşılaştırarak “şununla şu eşit olur mu?” diye soruyor. Bu sorular, insanın yaratılışından sonra, insanoğlu yeryüzüne dağıldıktan sonra meydana gelen eşitsizliklerle ilgilidir. Allah bu soruları, bu eşitsizlikleri onaylamak için sormuyor. Durumu tasvir ediyor. “Ben,” diyor, “sizi eşit yarattım. Özünüze adalet duygusu koydum. Ama siz, insanlar yeryüzüne yayılınca, kendi ellerinizle yaptıklarınızdan dolayı, kimisini kör ettiniz, kimisini efendi ettiniz, kimisi görür oldu, kiminiz hacılara su veriyor, Mescid-i Haram’ı onarıyor, kiminiz de Allah yolunca cihat ediyor…” Şimdi, bunlar arasında bir eşitsizlik meydana geliyor. İkinci düzeydeki eşitlik kavramının kullanılışı buralardadır. Yeryüzünde var olan eşitsizlikleri tasvir için, gözler önüne sermek içindir.
Fakat sanıldığının aksine bunlar, var olan eşitsizlikleri onaylamak için söyleniyor değildir. Yaygın kanaate göre Allah eşitsizliği takdir etmiştir. Yani kimimiz zengin, kimimiz yoksuldur. Kimimiz güçlü, kimimiz güçsüzdür. Kimimiz erkek, kimimiz kadındır. Kimimiz şanslı mahallelerde şanslı ailelerden doğar, kimimiz varoşlarda sefalet içerisinde doğar. Bütün bunlar Allah’ın takdiridir. Allah yeryüzündeki insan hayatını böyle dilemiş, böyle takdir etmiştir, derler. Bu da külliyen yanlıştır. Böyle bir şey yoktur. Bu bir Emevi propagandasıdır. Emeviler dediler ki: “Sizin başınızda bulunmamız, Allah’ın takdiri iledir. 91 yıllık babadan oğula geçen Emevi sülalesinin varlığı Allah tarafından takdir edilmiş bir kaza ve kaderdir. Artık bunu kabul edeceksiniz. Her kim buna isyan eder, karşı çıkarsa, Allah’ın takdirine karşı çıkmış, Allah’ın kaderine isyan etmiş olur.” Bu şekilde, yeryüzünde var olan eşitsizlikler kader ile, “Allah böyle diliyor.” ile, “Allah’ın takdiri böyle, ne yapalım?” ile meşrulaştırılır ve Müslüman zihne onaylatılmak istenir.
Halbuki bunların hepsi insanların kendi elleriyle yaptıklarından dolayıdır. Biz, kendi ellerimizle kurduğumuz düzenlerden dolayı, ihtiraslarımıza kapılarak, yaratılıştaki eşitliği bir şekilde bozmaktayız. Allah’ın aramıza yerleştirmiş olduğu farklılıkları, birbirimiz aleyhine eşitsizlik yaratacak şekilde, delil olarak kullanmaktayız. Biri demekte ki: “Bilgi bende.” Diğeri demekte ki: “İktidar bende.” Diğer demekte ki: “Servet bende.” “O halde, bunlar bende olduğuna, sizde olmadığına göre, bunları gelip benden alacaksınız.” Bunlar üzerinde tekel oluşturup diğer insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalktığınız zaman ne oluyor? Kendi ellerinizle insanlar arasında eşitsizlik yaratmış oluyorsunuz.
Bu nedenle Kuran, bu eşitsizliği gidermek amacıyla, bilginin, iktidarın ve servetin belirli ellerde toplanmasına ve dönüp dolanmasına şiddetle karşı çıkar. Hatta buna şirk der. Şirk de esas itibariyle bununla ilgilidir. Siz eğer “bilgi bende, o aradığınız bende, gelin size vereyim,” derseniz ve insanları önünüzde sıraya sokar, “bunu size vermem için bana şu kadar para vermeniz gerekiyor,” veya “benim yanımda şu kadar çalışmanız gerekiyor,” derseniz hegemonya kurmuş olursunuz. Bilgi, iktidar ve servet tekeli üzerinden hegemonya kurmaya kalkmak, Kuran literatürüne göre şirktir. Allah’a ortak koşmaktır.
İnsanların başlangıçtaki eşit yaratılışa dönmeleri için, yeryüzünde sonradan ortaya çıkan bu eşitsizlikler tasvir edildikten sonra, üçüncü düzeydeki eşitlik kavramları gelir. Üçüncü düzeydeki eşitlik kavramları, tekrar başlangıç düzeyindeki eşitliğe dönme çağrısı yapan ayetlerde görülür. Fussilet suresi 10. ayet der ki: “Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. Orada dört mevsim güç kuvvet kaynaklarını, isteyenler, ihtiyaç sahipleri eşit olarak yararlansın diye takdir etti.” Bu, Kuran’ın çok esaslı bir mesaj veren bir ayetidir. Metniyle birlikte tekrar ifade ediyorum: “ve kaddera fîhâ akvâtehâ fî erbe’ati eyyâmin sevâen lissâ-ilîn” Yeryüzünde kuvvetler, rızık ve rızık kaynakları, üretim ve üretim araçları var etti. “Akvât” kuvvetler demektir. Buna sahip olduğunuzda kuvvet sahibi olursunuz. Bir toprağınız, maden ocağınız olduğu zaman kuvvet sahibi olursunuz. Onun üzerinden bir kuvvet sahibi olursunuz, üretim aracı size geçer. Buna Kuran dilinde “akvât” diyoruz. Bunu rızık ve rızık kaynakları diye çeviriyoruz. “Bunları var etti,” diyor. “Fî erbe’ati eyyâmin” yani gökten gelen yağmurla, yerden biten nebatla dört mevsim üreyip türeyen. Bu döngü içerisinde insanlar bir şeylere sahip olurlar ve onları üretirler, toprağı ekerler, makinalarla tarlaları sürerler, hasatları kaldırırlar. Bütün bunlar üretim ve üretim araçlarıdır, yani “akvât”tır. Dört mevsime yayılmıştır. “Bunları,” diyor, “var etti.” Sonra ne yaptı? “Sevâen lissâ-ilîn” yani ona ihtiyacı olanların bunları eşitçe bölüşmesini takdir etti, “ve kaddera.” Dolayısıyla ne olmuş oluyor? Kuran eşitsizliği değil, eşitliği takdir etmiş oluyor. Çünkü bizatihi “ve kaddera” diyor. Cümlenin en sonundaki şeyi takdir etti. “Sevâen lissâ-ilîn”i, yani “ihtiyacı olanlar eşitçe bölüşsünler”i takdir etti.
Sanıldığının aksine, var olan eşitsizlikler takdir edilmiş değildir. Tam tersi, ilk baştaki eşitlik takdir edilmiştir. Takdir etmek de şu anlamdadır: Allah böyle dilemiş, böyle olmasını murat etmiştir. Böyle olmasını istemektedir. Böyle olmasını istediği için de insanları sürekli buna çağırmaktadır. Mesela Nahl suresinin 71. ayetinde de, “Rızıkla üstün kılınanlar, yanlarındakiyle eşit hale gelmemek için onlara vermiyorlar, Allah’ın nimetlerini inkar mı ediyorlar?” denir.
Bu tür ayetler klasik tefsirlerde, özellikle çağımızda, anti-komünist telkinlerle şekillenmiş olan müfessirlerde, yamultulur, yumuşatılır ve sinirleri alınır. Mesela bunlardan bir tanesi Mevdudi’dir. Bütün radikal İslamcı hareketlerin zihnini, tefsir muhayyilesini oluşturan kişidir. Onun açıklamalarına baktığınızda, biraz evvel anlattığım yorum komünistlikle itham edilir, “aman bundan uzak durun,” denir ve buradaki eşitlik kelimeleri “denge, dengeli olmak” şeklinde çeşitli kelimelerle tevil edilerek ifade edilir. Mesela, biraz evvel anlattığım Fussilet suresi 10. ayette geçen “isteyenler için eşitçe takdir etmek” kavramı, Mevdudi’ye göre hayvanlar içindir, insanlarla alakası yoktur: “Bu, hayvanlara söylenmiştir. Aksi halde, insani eşitlik kavramını kullanmak zorunda oluruz, bu da bizi sosyalizme götürür.” Yine Mevdudi Nahl suresinin 71. ayeti için de şöyle diyor: “Bu, putlarla ilgilidir. Rızıkta üstün kılınanlar yanlarındakilerle eşit hale gelmemek için onlara vermiyorlar. Yani Allah burada efendi ile kulu karşılaştırarak, ‘Bu ikisi eşit mi ki, siz putlarla Allah’ı eşit tutuyorsunuz?’ demektedir.” Kaldı ki, böyle olduğu varsayılsa bile, daha şiddetli bir durum ortaya çıkar. Yani “Tanrı yarattıklarıyla eşit olmaz, siz kim oluyorsunuz ki, yanınızdakiyle eşit hale gelmiyorsunuz, üstüne üstlük de Tanrıyla putları eşit görüyorsunuz?” gibi daha şiddetli bir şey söylenmiş olur.
Bunlar eşitlik kavramının Fransız Devrimi’nden geldiği, Batı’ya ait bir kavram olduğu, İslam dil, tarih ve kültür evreniyle hiçbir alakası olmadığı önyargısından kaynaklanan yorumlardır ve kesinlikle doğru değildir. Benim görüşüme göre tam tersidir. Mesela emek, emeğin hakkı, ezilenler, yoksullar, alttakiler, diptekiler, insanlar arasındaki eşitsizlik, hürriyet, özgürlük… Bunların hepsi dinî dünyadan devşirilerek modern dünyaya geçmiştir. Yeryüzünde peygamberler tarihi aynı zamanda devrimler tarihidir. Peygamberlerin etrafında toplananlar daima ezilenlerdir. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri peygamberlerin karşısına geçmiştir. Hiçbir peygamber yoktur ki, kendisine “yanındaki yoksulları kov” denmesin, kendi zamanının egemeni tarafından öldürülmek ve yok edilmek istenmesin. Eğer eşitlik, özgürlük, kardeşlik deniyorsa, bunlar Fransız Devrimi’ne kadim dinî dünyadan geçmiştir. Eğer emek, sınıfsız toplum, ezilenler, işçiler deniyorsa, bunlar Marksizme kadim dinî dünyadan geçmiştir. Modern dünyada dinler nispeten geri çekildiği, yenildiği, insanlık tarihinde zamanını doldurduğu için, onun yerine yeni devrimler ve kavramlar ortaya çıkmıştır. Fakat hepsinin kökü geçmiştedir. Dinler tarihini bu gözle okuduğunuz zaman bunları apaçık bir şekilde göreceksiniz. Peygamber’in tarihi zaten apaçık ortadadır.
Bu anlamda, bizim anlattığımız şey, bir tür sosyal İslam’dır. Yani İslam’ın sosyal içeriğinin, Kuran’ın ötekici, diğergâmcı yani ötekinin gamıyla gamlanan, diğeriyle dayanışmayı öngören yönünün ön plana çıkarılmasıdır. Bunun dindar zihinde çöktüğünü düşünüyorum. Şuanda dindarların pek çoğu “abdestli kapitalist” olduğu için, büyüme, gelişme, güçlenme, lider olma, büyük düşünme ve tabii büyük götürme hayallerine kapıldığı için bunları anlamıyor. En son, iktidar partisinin hazırlamış olduğu seçim beyannamesinde geçen birkaç kelime, bu zihnin kendini nereye kaptırdığını apaçık ortaya koyuyor. Ne diyor? Büyüme, marka, güçlenme, lider olma. Bu aynı zamanda, bir şahsın, içindekini dışa vurmasıdır.
Biraz evvel Cem Somel Hoca bahsetti. Bunlarla bu toplum mutlu olamaz. Bunların sonu felakettir. Bu insanları ancak var olanı bölüşmekle, eşitliğe dönmekle, en azından biçimsel eşitliğe zihnen hazır olmakla, yoksulun sofrasına oturmakla mutlu edebilirsiniz. Aksi halde insanların hayallerini yerlere sermiş olursunuz. Bu memleketin son umudu zaten dindarlardı, onlar da malın mülkün peşine düşünce, bu ülkede daha nereden bir alternatif, bir umut çıkacak? Yirmi dakikalık kısa bir sürede özetleyeceğim şeyler bu kadardır. Soru cevap bölümünde biraz daha açıklayabilirim. Hepinize dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Çok yerinde bir tespit…
Çok güzel.